SİNEMA KURAMLARI
Sinemanın icadına kadar teknolojik alanda birçok icat olmuş
ve nihayetinde film çekecek teknolojiye ulaşılmıştır.
Fotoğraf makinasının icadı ve sonra geliştirilmesi ile asıl
sinemanın ortaya çıkması bakımından büyük önem arz etmektedir.
Dünyada halka açık (33 kişiye) ilk film gösterimi 28 Aralık
1895 tarihinde Paris’te Grand Cafe’de Lumière Kardeşler tarafından ilk defa
gerçekleştirilmiştir. Sinemanın niteliğinde topluluğa hitap etmesi yattığından
daha önceki münferit gösterimler kabul görmemiştir.
İlk çekimler gündelik hayata ilişkin, görüntüleme ve
görüntüleneni gösterme üzerine kayıtlardır. İlk görüntüler belgesel niteliği
taşır ve kurmaca olmayan gerçek görüntülerdir.
“Lumière”
operatörleri aracılığıyla Osmanlı’ya gelen sinematograf aygıtı ile birlikte ilk
sinema gösterimleri Osmanlı Sarayı’nda bulunan ve belirlenen ilk verilere göre
1896 yılında yapılmıştır.
Halka açık ilk film
gösterimi İstanbul’un en “Avrupai” mahallesinde, Pera’daki ünlü Sponeck
birahanesinde 1897 tarihinde gerçekleşir. Buna karşın 1896 tarihinde ilk
gösterimin İzmir’de gerçekleştiği de bazı yazarlar tarafından iddia
edilmektedir (Ahenk Gazetesi).
Lumière Kardeşler
sinemaya tamamen ticari olarak yaklaşıyorlar ve çok kısa sürede birçok ülkeye
hem gösterim hem de çekim için şirket çalışanlarını gönderiyorlar.
İllüzyonist ve tiyatrocu kimlikleri bulunan George Melies
sinematografyaya zor şartlarda ulaşarak temin etmiştir. Bu aleti
geliştirmiştir, optik oyunlar yapmıştır.
Işıktan daha fazla yararlanmak adına camdan stüdyolar
yapmıştır, montaj kullanmıştır. Kendi filmlerini yapmış ve filmlerinde
illizyona ait kareler de kullanmıştır.
Bu bakımdan G. Melies biçimci bir akım başlamıştır. Lumière
Kardeşlerin film akımı ise gerçekçiliktir.
MAĞARA ALEGORİSİ
Platon’un mağara alegorisi aydınlanma üzerine onun Devlet kitabında
geçen önemli bir örnektir ve gerçek kavramı üzerine yazılmıştır. Sadece
gölgeleri gördüğü için onları gerçek sanan biri bir gün gölgeyi değil de aslı
gördüğünde ne olur? Platon’un mağara alegorisindeki bu asıl idealar dünyası ile
bağlantılıdır. Bu dünyada gördüklerimiz gölgelerden başka bir şey değildir.
Yeraltında
bir mağarada
yaşayan bir takım insanlar olduğunu düşünür. Bu insanlar sırtları mağaranın
girişine dönük oturmaktadırlar. Elleri ve ayakları bağlıdır ve yalnızca
mağaranın duvarını görebilmektedirler. Arkalarında yüksek bir duvar vardır.
Yine bu duvarın arkasında insana benzer bir takım görüntüler , duvarın üzerinde
bir takım değişik cisimler tutmaktadırlar. Bu cisimlerin arkasında bir ateş
yandığı için cisimlerin gölgesi mağaranın duvarlarına yansır. Mağarada yaşayanların
gördüğü tek şey de bu “ gölge tiyatrosudur ”. Sinemanın kökenlerini oluşturması adına bu
alegori önemlidir.
Gerçekçilik
ve Biçimcilik iki ana akım olarak sinemanın icadı ve kısa sürede yayılmasından
sonra ortaya çıkmıştır. Bu iki ana akıma bağlı olarak ta birçok yeni akımlar
türemiştir.
İlk
önce Lumière Kardeşler tarafından yapılan çekimler
gerçek doğal görüntüler olduğundan gerçekçilik akımı ve sonra da George Melies tarafından
kurgu filmler yapılması ile biçimcilik akımı ortaya çıkmıştır.
Gerçekçilikte;
doğal olana, gerçek olana yaklaşma çabası vardır ve kuşkusuz bir taklit çabası
söz konusudur.
Gerçekçilikte
sanatçının bir üslubu bir stili olması gerektiği düşüncesi üzerine farklı
akımlar ortaya çıkmıştır.
Doğada
var olana kendi üslubunu eklemekle biçimcilik ortaya çıkmıştır.
HAMAM
BÖCEĞİ ETKİSİ; İzleyici etkisinin oyuncuyu motive ettiğine dair bir görüştür.
Yani izleyici tarafından takip edildiğini, izlendiğini bilen oyuncu daha motive
şekilde oyununu sergilemektedir.
SİNEMA KURAMININ TEMEL AMAÇLARI
1- Sinemanın özüne ulaşmayı amaçlar.
2- Sinemanın bir sistem olduğunu açıklamaya çalışır.
3- Sinemanın bir sanat olduğunu belirtir. Sinema ilk
ortaya çıktığında bir sanat dalı olarak kabul görmemiştir fakat yakın
tarihlerde sinema artık bir sanat olarak kabul görmektedir.
4- Sinema tek tanımlı bir kavram değildir. Sinemanın hangi
tanımlara sahip olduğunu ve hangi unsurlardan oluştuğunu açıklamaya çalışır.
-
Sinemanın ideolojik bir yapısı vardır.
-
Sinema bir iletişim aracıdır.
-
Sinema ticaridir ve film ekonomisi büyük önem arz eder.
-
Sinema bir eğlence aracıdır.
SİNEMADA KURAMININ
GELİŞİMİ
Sinemada kuramın ortaya çıkışı sinemanın icadından hemen
sonra, 1910’lu yıllardadır. İlk başlarda sinemanın
eğlendirici özelliğinden başka bir anlamı olmadığı düşünülüyordu fakat zaman
içerisinde sinema üzerine düşünülmeye başlandı ve ilk kuramlar sinemanın basit
bir teknolojik icat olmadığını, sanatın yedinci dalı olarak diğer sanat dalları
kadar değerli olduğunu ispatlamak amacıyla ortaya çıktı.
HUGO
MUNSTERBERG (1863-1956)
Hugo Munsterberg sinemanın
ilk büyük kuramcısıdır. Sinemayı bir anlatım aracı olarak gören Munsterberg,
henüz 1916 yılında sinema ve psikoloji arasında bağlantı kurarak sinemayı
entelektüel bir yapıya kavuşturma yolunda önemli adımlar atmıştır.
Biçimci kuramcıların da ilki olarak kabul edilir.
Zaman/mekan
algısı, görüntünün sürekliliği, tepkime süresi üzerine yoğunlaşarak Gestalt
psikolojisine katkıda bulunmuştur. 1914'de izlediği fantastik film Neptune's Daughter'dan
çok etkilenmiş ve sinemayla ilgilenmeye başlamıştır. Kendisini bir sinema
salonuna kapatıp 10 ay aralıksız film izlemiştir.
Sinemanın
teknolojik, psikolojik ve sosyal boyutlarını inceleyen ilk düşünürdür.
Munsterberg’e
göre film, zamanı ve mekanı deforme edebilirdi. Bir tarafta 2 boyutlu iken, bir
tarafta mekan yanılsaması bulunmaktaydı; film seyirciyi sayısız farklı
mekanlara götürebilirdi.
Munsterberg
"müzik duymanın, resim görmenin sanatıysa, sinema beynin sanatıdır"
demiştir.
Kant, zaman
ve nedenselliğe dayanan algılama biçimlerinden kaynaklanan insan bilgisinin
"görünür varlık alanı" olduğunu söyler. Buna karşılık mantık,
etik ve estetik "görünmeyen varlık alanı" içinde
değerlendirilir. Munsterberg de Kant’ın izinden giderek, sinemada gerçeklik
duygusunun zaman, mekan ve nedensellik kavramları çevresinde şekillendiğini
söylemiştir.
Sinema filmi içerik olarak bölümlere, bölümler sekanslara,
sekanslar sahnelere, sahneler ise planlara bölünerek çekilir ve kurgu ile
birleştirilerek seyirciye aktarılır.
Munsterberg, birleşimler sonucu meydana gelen sinema filmi
bütününün, onu oluşturan parçalardan daha fazlasını ifade ettiğini söyler.
Kompozisyon halinde bulunan imgelerin benzerlik, yakınlık,
süreklilik ve şekil ilişkisine bağlı olarak insan zihni tarafından yeniden
düzenlenerek algının oluştuğunu savunur. Beyin gestalt psikolojisine göre
eksikleri bir bütün haline getirmektedir.
Seyirci, farklı olaylar arasındaki bağlantıyı kendi birikiminde
var olan değerler ile kıyaslayarak, zamansal, mekânsal veya nedensel olarak
çözümler.
Munsterberg, sinemanın asıl amacının duyguları resmetmek
olduğunu savunur.
Yönetmenin özgünlüğünün imzasını taşıyan sinemasal
estetik, dış dünyaya ait imgelerin yorumlanmasıyla yeniden şekillenerek
seyircinin iç dünyasına olan yolculuğa sebep olur.
Sinema, gerçeğin üstesinden gelmekteki başarısını, anlamlı
bir dramatik öyküyü soyutlaştırabilmesine ve gösterim esnasında seyirciyi
gerçek hayattan uzak tutarak, sunduğu imgelerin uyumundan haz almasını
sağlayabilmesine borçludur.
Film sanatı, kişinin duygularına seslendiği için nesnel dünyadan
bağımsız nitelenmelidir.
Hiçbir sanat eseri yoktur ki; tamamen nesnel olsun,
yaratıcısının duygularını taşımasın.
Seyircinin algısının açık tutulması için dikkat sürekli
bir yerden diğerine yönlendirilmelidir. Sinemanın tiyatrodan ayrılan başlıca
özelliklerinden biri de yönetmenin, seyircinin dikkatini yönlendirebiliyor
olmasıdır. Tiyatroda en önde oturan ile en arkada oturan arasında algı
bakımından farklar varken sinemada bu durum olmaz.
Seyircinin algıladığı eser, yönetmenin ekranın sınırları
içinde seyirciye gösterdiği görüntü kadardır. Yönetmen gerek seyirciye
gösterdikleriyle gerekse de göstermeyip sezdirdikleriyle seyirciyi
yönlendirebilir.
Örneğin performans sahnelerinde yakın plan çekimlerde
oyuncunun yüzü, neredeyse tüm perdeyi kaplayarak mimiklerle duyguların
aktarılmasına izin vermektedir. Sinemadaki görsel dünyanın yakın görüntüsü,
nesnelerin ve ifadelerin özgün bakış açısıyla aktarılmasıdır.
Munsterberg’e göre sinema tarihi "dışsal" ve
"içsel" gelişmeler şeklinde iki bölümde incelenir. Yani sırasıyla
teknoloji sinemanın var olmasını sağlarken, toplum bu varlığı canlı ve güncel
kılmıştır. Teknoloji olmasa sinema, fotoğraf gibi şeyler olmazdı fakat insanlar
bu icatların yarattıklarına ilgi göstermeseydi, bu icatlar kendilerine yer
bulamazlardı. Toplumun bilgiye, eğitime ve eğlenceye olan ihtiyacı sinemanın
var olmasını mümkün kılmaktadır.
Sinemanın yalnızca anlatımcı-öyküleyici alanıyla ilgilenmiştir. Onun
için öykülemeye ve anlatıma başvurmadan yapılan sinema yalnızca bir aygıttan
ibarettir ve hiçbir değeri yoktur.
İnsan zihnini hiyerarşik bir kavram dizgesiyle nitelemiştir. Ona
göre insan zihni birkaç seviyeden oluşuyordu ve üst seviyedekiler, alt
seviyedekilerin işlemlerine bağlı olarak işlem görüyordu. Bunun birinci aşaması
ise zihnin hareketle duyumsal dünyayı canlandırması idi. Kendi tanımıyla phi fenomeni, görsel uyaranın bu uyaran
ortadan kalktıktan sonra da zihinde saklanmasına yönelik kuram, yani hareket
eden görüntülerin yanılsaması yani anlattıklarından yola çıkarak kameralar,
projektörler, bütün işlem yapan aygıtlar kesik kesik durağan görüntüler
üretirler ve bunlar zihinde doğrudan etkide bulunarak hareketli resimleri
oluştururlar. Sinema, insan zihninin ürettiği ve insan zihnini etkileyen bir
şeydir. Sinema tamamen zihinsel bir süreçten oluşmaktadır. Hareketli resim
dediğimiz şey, yalnızca hareketlerin kaydedilmesi değildir. İnsan zihni
tarafından yaratılan anlamlı bir gerçekliği belli bir düzende kaydetmektir. Açı,
kompozisyon, uzak ve yakın açılar; tüm bunlar basit, tekdüze kesintili
fotoğraflardan ayrılıp onların çok ötesinde bilinçli yapılan kayıtlardır.
İşte Munsterberg bu basit olmanın çok ötesinde, ayrıntılı ve
bilinçli dünyanın zihinsel olarak çalışma biçimi, imgelemleri gibi alanlarda
çalışıp bu konudaki sorunları formüle etmeye çalışmıştır.
Munsterberg zihin ve zihnin ürettiği duygular arasında ayrım
yapmamakla birlikte, duyguların zihni şekillendirdiğini savunur. Hem zihne hem
de duygulara hitap eden ve "photoplay" şeklinde nitelendirdiği sinema
hakkında şöyle demiştir: "duyguları resimlemek, photoplayin temel amacı
olmalıdır."
Belgesel ya da öğretici film gibi şeylere sırt çevirmiştir. Sinemayı
yalnızca bir sanat aracı olarak görmüş ve onun başka şekillerde de
kullanılabileceğini düşünmemiştir. Bir filmin öyküsünün içinde kaybolma
deneyiminin yaşanmasının bile sinemanın sanat olduğunu kanıtladığını düşünmüştür.
Onun oldukça ileri bir sansür anlayışıyla erotizmin,
şiddetin bile belli bir estetik içerdiği, kendi içindeki amaca ulaştığı
durumlarda ekrana yansıtılmasında bir sakınca olmadığını savunmasıdır. Munsterberg
’in döneminin kapalı bakış açısından sıyrılmış bir kuramcı olduğunu
söyleyebiliriz.
MUNSTERBERG’İN SİNEMAYA KATKILARI
1- Müzik kulağa, resim göze, film zihne
hitap eder. Zihin tüm bu parçaları toparlar ve birlikte algılar.
2- Fhi (pi fenomeni) olgusu ile yani
görüntü kısa süreli gözde kalır yanılgısı, hatası üzerine sinema kurulmuştur.
3- Sinemasal
anlatım yöntemleri arasında sayabileceğimiz yakın çekim (ayrıntı), flashback
(geri dönüş), flashforward
4- (ileri sıçrama) gibi unsurların dikkat, hatırlama,
hayal etme, duygusal durumların ifadesi gibi insan zihninin çalışma prensipleri
ile olan benzediğini fark ederek film çekimlerine katkıda bulunmuştur.
5- Sinemada derinlik hissi psikolojik,
bilişseldir. Perde 2 boyutludur ama sinemada perspektif, alan derinliği ile
filmler 3 boyutlu algılanır.
6- Filmde dış dünyadan zihin imgeleri
algılar ve izleyici iç dünyada bir yolculuk yapar. Bu şekilde görünenden
görünmeyen alana geçiş yapar.
RUDOLF ARNHEİM
Sinemanın
bir sanat olduğunu ama fotoğrafın bir sanat olmadığını savunur.
Sinemayı bilişsel olarak açıklamaya çalışır, Arnheim de
Munsterberg gibi Gestalt okulundan gelmiştir.
Biçimcidir ama mutlak biçimciliğe de karşıdır.
Sinema perdesindeki görselliğin estetik değerini överken,
filmde senkronize ses ve görüntü kullanımını eleştirip, renkli filme ve
sinemanın sürekli kendini teknolojik gelişmelere adapte etmeye çalışmasına
karşı çıkan bir tavır içerisindedir.
Sinemanın, yaşamın sadece yeniden bir üretimi olmadığını ve
bu anlamda da sinemanın bir sanat olma özelliğine büründüğü görüşünden hareket
ederek son dönem yazılarında da kusursuz film ve ikinci tür gerçeklik gibi
kavramlarla gerçekçilik karşıtı kuramını dijital sinema döneminde de devam
ettirmiştir.
Arnheim de Munsterberg
gibi Gestalt okulundan gelmiş olduğundan, içerikten arınmış bir şekilde
perdedeki görüntülerin algı süreci ile ilgilenmişlerdir. Bu noktadan sonra da
ayrılırlar.
Münsterberg’e
göre sinema zihne hitap eder. Arnheim’a göre ise; filmin teknik sınırlarının
kayıt esnasında gerçekliği yeniden düzenlemeye zorladığını, bu vesileyle de
sanat olabileceğini savunur. Gerçekliğin doğasının değiştirilebileceğinden ve
yeni gerçekliğin yaratılabileceğinden bahseder. Yaratılan bu yeni gerçeklik de
sinemanın sanatsal yönüne bir vurgudur.
Gerçeğin
seçilmiş bir kopyası ya da taklidi değil, gözlemlenen niteliklerinin belirli
bir aracın biçimlerine dönüştürülmesidir.
Fotoğraf
var olan gerçekliği ortaya koymakta olduğundan onu sanat olarak görmez,
kompozisyon varsa sanattır diyenler bu görüşü eleştirirler.
Sinemanın tümüyle görsel bir sanat olduğunu savunan Arnheim,
ses kullanımının sinemaya çok az şey kattığını, hatta bazı durumlarda sesin,
görselin gücünü azalttığını belirtir.
Sinemayı bir sanat dalı olarak değerlendirip yüceltmiş
olması, film sanatının temellerini adeta bir arkeolog gibi kazıyıp çıkarmış
olması ve bu temellerin birikmiş olduğu Sanat Olarak Sinema kitabının
etkilerinin bugün dahi devam etmesi ve film yapılırken başarıya ulaşmak için onun
tespit edip sıraladığı kalıpların kullanılmak zorunda olması, sinemaya bir
falcı gibi değil bilim adamı olarak gelecekte önüne çıkacak problemleri
sıralaması çok önemlidir.
Filme alınmış her görüntü sanat değildir.
Biçime önem verir ama mutlak biçimciliğe karşıdır. İyi bir
filmde çekilen her sahnenin, her çekimin konuyla alakası olmalıdır. Sırf çok
güzel olduğu için konu ile ilgisiz bir sahne konulmasını kabul etmez. Biçim
konuya feda edilmemelidir. Gereksiz sahneler mutlaka filmden çıkarılmalıdır.
Teknolojik gelişmeler sinemayı yok edecek seviyeye
ulaştıracaktır diye düşünmüştür.
Sinema biçimcidir, çünkü;
- Cisimler düz bir yüzeye yansıtılır.
- Azalan derinlik hissi vardır.
- Renkler yoktur, sadece siyah ve beyaz vardır. Işıklandırma
sunidir.
- Zaman ve uzam devamlılığı yoktur.
- Görüntü sınırlıdır ve nesneye uzaklıklar farklıdır.
BELA
BALAZS
Macar estetikçi Bela Balazs da sinemada Biçimci kurama önemli
katkıları olan bir kuramcıdır. Balazs’a göre filmler gerçekliğin resimleri
değildir, aksine daha çok doğanın insanileştirilmesidir. Balazs’a göre
Eisenstein’ın sinema sanatıyla kavramsal dünyanın ele geçirilebileceği
yönündeki yaklaşımı yanlıştı. Rus Biçimcilerin nesneye yaklaşımı onu
değiştirmek ve farklı algılamalarla nesnenin gerçekliği üzerinde oynama yapmak
şeklinde tezahür etmişti. Balazs bir biçimci olarak nesneye bu şekilde
yaklaşımı yadsıyor ve nesnenin statüsünün korunması gerektiğini belirtiyordu.
SOVYET
MONTAJ KURAMI
1918’de ilk örneklerini vermeye başlayan Sovyet
sineması, Lenin’in
“sinema tüm sanatlar içinde
bizim için en önemli olanıdır” sözleri ve bunu somutlaştıran
eylemleri sayesinde sinemacılar için o güne dek görülmemiş bir yaratım sahası
olmuştur.
1920’lerde hıza, teknolojiye, ilerlemeye ve Marksizm’e dayalı
bu devrimci sinematografi, Sovyet Sineması kavramını ölümsüzleştirmiş, klasik
anlatıyı ve avangardı da kapsayan ulusal bir sinema dilinin ötesine geçip
evrensel bir sinema dili yaratmıştır.
Eisenstein’ın, algılama psikolojisi ile Marksist diyalektiği
(fikirlerin karşılıklı çarpışması) birleştiren bir kurgu kuramıdır.
Çekimleri birbirine bağlamaktan çok çarpıştırma üzerine
montaj gerçekleştirilmiştir.
Tüm
dünyada alışılagelen Hollywood estetiğinin, seri kesmelere ve hızlı aksiyona
dayalı anlatısının temelinde Sovyet Montajı yatmaktadır. Günümüzde Montaj
kuramına başvurulmayan bir sinemadan söz etmek imkânsızdır.
Kuleşov öncülüğündeki genç sanatçılar, filmi “sinema” ya dönüştüren
Montaj kuramını inşa ederek günümüz sinemasının da temellerini atmışlardır.
Kuleşov, “Yönetmen de filmi yapmak için ayrı, birbirleriyle
ilgisi olmayan, farklı an ve günlerde çekilmiş parçaları bir araya getirerek,
dağınık pozları en uygun, anlamlı, eksiksiz ve düzenli bir şekilde
sıralamalıdır. Bu da filmin montajını anlatan en basit, en ilkel şemadır…”
diyerek montajın önemini vurgulamış, faklı mekan ve insan yüzü deneylerini
yaparak, ardı ardına gelen görüntülerin birleşiminden ortaya çıkan farklı
anlama dikkat çekmiştir. Kuleşov’un da bir takipçisi olan Eisenstein ise
bunları da özümseyerek, zamanla değişen, dinamik bir sinema kuramı ortaya
çıkarmıştır. Kuramını pratik çalışmalarla sürekli güncellemiştir.
Montaj
kuramı o güne dek yapılan ve sahneleri senaryodaki sıraya göre yerleştiren
kurgudan farklıdır. Montajla birlikte sahnelerin, sıralanış ya da üst üste
bindirilmiş şekliyle senaryoda yer almayan anlamları doğurabildiği görülmüştür.
Her
şeyden önce görüntü sanatı olan sinemanın öncelikli enstrümanı haline gelen
montaj, yedinci sanatı sözcüklerin ve oyunculukların gölgesinden kurtarmıştır.
O güne dek kameraya alınmış tiyatro etkisinden çıkamayan, oyuncuların özne
olarak akışa hükmettiği görüntüler, 1927 yılında sesin sinemaya gelişiyle
beraber diyalog-senaryo-edebiyat dokusu kazanmıştır.
Sovyet sinemacılar ise
edebiyat ve tiyatronun görüntü sanatı üzerindeki hükmünü görüntünün kendisiyle
aşmışlardır. O güne kamera hareketlerini arttırıp kamera aygıtı özneleştirme
çabalarına ek olarak geliştirilen Montaj kuramı, sinemanın evrensel ölçekte
kendi diline kavuşmasını sağlamıştır.
Öne çıkan üç tip montaj
tekniği Sovyet sinemasını eşsiz kılar.
İlki aynı anda birden fazla eylemi
kadraja yerleştirmeye de yarayan paralel
kurgudur. Klasik biçimin olay sırasına göre dizilimini aşarak kadrajın
bölümlere ayrılması sayesinde uygulanan bu yöntem, o güne dek alışılagelmedik
bir imaj gücü meydana getirmiştir.
İkinci olarak hız ya da hızlanma kurgusu, kadraja
alınan nesnenin gerçek hızını arttırmak için kamera ölçeğinin aynı hat üzerinde
yapılan süratli kesmelerle değişmesi ve nesnenin kadrajda kapladığı alanın
arttırılmasıdır. Örneğin, Dziga
Vertov’un Kameralı
Adam filminde de görülebileceği gibi, bir treni geliş yönüne doğru
tam karşıdan kadrajlayarak çekersek hızı olduğundan az hissedilecektir fakat
seri kesmelerle kameranın trene yaklaşması trene gerçekte olmayan sinemasal bir
sürat katacaktır.
Üçüncü teknik ise Sovyet
sinemasının başat öğesi olan atraksiyon
ya da çatışmacı kurgudur. Bu üslup görüntü parçalarının sıralanışına göre
kazandıkları anlamların peşinde koşarak, diyalektik bir yöntemle tez ve
antitezi çarpıştırarak sentezi elde etmek ister. Normalde birbiriyle alakasız
değerlendirilebilecek görüntü parçalarının arka arkaya gelişiyle oluşan tekniğe
örnek olarak Sergey Ayzenştayn‘ın Grev’indeki işçilerin şiddetle bastırılan grev
görüntülerinin ardından gelen çiftlik hayvanlarının katledildiği sahneler
verilebilir. Normalde birbiriyle hiçbir bağı bulunmayacak görüntülerin
çatışmacı montaj ile kurgulanması, metinde yazılı olmayan bir anlam
çağrıştırmaktadır. İzleyicisini pasif kalmaktan çıkaran, kışkırtan ve
görüntülerle duygusal olduğu kadar akılcı bir bağ kurmasını amaçlayan Sovyet
sinemacılar, çatışmacı kurguyla beraber izleyicinin kavramsal kurguyu
zihinlerinde tamamlayarak filme dâhil olmalarını sağlamaktadır. Bu noktada
Ayzenştayn izleyicinin alımlayacağı ve yeniden üreteceği mesajı doğrudan
iletmeyi seçerken Vertov dolaylı yollar kullanarak seyirciyi daha özgür
bırakmıştır.
SERGEİ
M. EİSENSTEİN Sergey Ayzenştayn 1898-1948
Eisenstein film çevrilmez kurulur
diyerek montajın önemini belirtmiştir. Montajla birlikte sinema sözcüklerin ve
oyuncuların gölgesinden kurtulmuştur.
Diyalektik
kurgu tekniklerinin kullanıldığı ilk film Potemkin Zırhlısı isimli filmdir.
Eisenstein filmin merkezine yönetmeni almış, devrimin tüm
toplumsal yapıyı kurması gibi yönetmenin filmi kurduğunu, onu baştan sona inşa
ettiğini, dağınık, tek tek bir anlamı olmayan parçaları bir araya getirerek
yepyeni, parçaların ifade ettiğinden çok daha büyük bir güç ve anlam ifade eden
yeni bir şeyi ortaya çıkarmaya çalıştığını belirtmiştir. Bu yapısalcı düşünce
sadece filmi bir bina gibi inşa etmekle kalmaz, izleyicinin de duygularını,
yönetmenin vermek istediği anlamın etrafında inşa etmeye çalışır. Eisenstein
sinemanın gerçeklikle olan ilişkisinde onun devrimin hizmetinde olması
gerektiğini savunurken, filmin hammaddesi olarak parça parça olan şeylerin
görüntülenmesi, onların farklı bir sırayla bir araya getirilerek farklı bir
anlamın oluşturulmasına hizmet etmesi olarak belirlenir.
Kuramcıların F.W.Hegel’den aldıkları
ve geliştirdikleri “diyalektik” ve onun ilkeleri Eisenstein’e kuramını
geliştirmede bir referans olmuştur. Diyalektiğin üç yasası olarak ifade
edilen, “karşıtların
birliği ve mücadelesi”, “yadsımanın
yadsınması” ve “niceliğin
niteliğe dönüşümü” ve değişimin üç hali olan “tez-antitez-sentez”
üçlüsü Eisenstein’inin filmini çekmesinde ve kurgulamasında bir yol haritası
gibidir.
Potemkin Zırhlısı filminde bir kalabalık sonrasında oturan aslan,
sonra kalabalığın hareketlenmesi, aslanın ayaklanması ve halkın yumruklarıyla
isyana kalkışması ve kükreyen aslan tam da bu düşüncenin dışavurumudur.
Eisenstein halkın hareketlenişini aslan metaforuyla, yani aslanda cisimleşen
“kral” ve “güç” imgesiyle birleştirmiş, halkın şahlanışını ifade etmeye
çalışmıştır. Yani halk + aslan halkın gücü imgesini canlı tutar.
Sergei Eisenstein bir adım daha ileri giderek, kurgunun
gücünü ortaya koymak adına bir planın anlamına “a” diğer planın anlamına “b”
dersek, iki planın arka arkaya gösterilmesi sonucu “a” ve “b” anlamlarından
bağımsız bir “c” anlamının ortaya çıkacağını iddia eder. “a” ve “b”
anlamlarının tek başlarına hiçbir şey ifade etmeyeceğini savunur. Buna karşılık
usta sinema yönetmeni Andrey Tarkovski (1932-1986, Rusya) ise “c” anlamının “a”
ve “b” planlarının anlamından bağımsız olduğunun düşünülemez olduğunu ifade
eder. Ayrıca “a” ve “b” planları da anlam olarak içlerinde derin anlamlar
barındırabilirler. Nuri Bilge Ceylan (1959-, Türkiye) gibi usta yönetmenlerin
bir planla ne kadar çok şey anlatabildiklerini keşfettiğimizde gerçek sinemanın
büyüsüyle tanışmış oluruz.
Munsterberg’in ardından gelen Arnheim, Balazs ve
başta Eisenstein, Pudovkin ve Vertov olmak
üzere Sovyet sinemacılarla biçimci kuram tam olarak ortaya konulmuş oldu.
Biçimcilere göre sinema bir tasarım ve anlatı formudur. Kendine özgü bir
dile sahiptir. Biçimciler bu dili deşifre edip baştan kurdular. Görüntünün
değişimi ile seyircinin algısının nasıl etkilendiği üzerine çalışmalar
yaptılar. Bu noktada en fazla kurgudan yararlandılar.
PUDOVKİN
Edilgen sinema izleyicisine karşıdır.
Montaj tekniği izleme, düşüme ve anlama üzerine kurguludur. Bu şekilde seyirci
filme aktif olarak dahil olmaktadır. Hollywood sinemaları düşünmeye izin
vermez.
Pudovkin beş temel kurgu tipi ortaya
koymuştur. Bunlar;
- Karşıtlık(konstrat); bir yerde bir şey
olurken aynı anda başka bir yerde farklı şeyler olmaktadır.
- Koşutluk (paralellik yahut benzerlik);
Hugo filmi, saat şehir merkezine benzetiliyor geçiş paralellik içeriyor.
-Sembolizm; sembollerle, imgelerle,
simgelerle filmi uyumlaştırmaktır. Yani akan su ile oluşan görüntüde ölen
birine ait göz belirmesi, insanın yaşamı boyunca hayatın akıp gitmesi su ile
ifade edilmiştir.
- Eş zamanlılık; iki farklı olayın
birbiri ile bağlantılı olarak aynı zamanda gerçekleşmesidir. Parçalı kurgu yani
polis bir suçluyu yakalamak için eve girdiğinde gerçekte kapıyı asıl suçlu
başkasına açmaktadır Kuzuların Sessizliği filminde.
- Kılavuz kavram, ana temanın tekrarı.
Sahne ile o durumun özdeşleşmiş olmasıdır. Jaws filminde alt ayak çekimi
sonrası köpekbalığının saldırması. Yıldızlar Savaşı filminde çalan elli bir
müzikte kötü karakter liderin gelmesi gibi.
VERTOV
Biçimci yaklaşımcılar arasında Vertov ayrılır, diğerlerine göre bakış
açısı bariz farklılıklar içerir.
Hareketlerin bütünlüğünü bozmadan
parçalayan bu ve seyirciye bu parçalar aracılığıyla olayları anlatmayı
seyirciye kafa karışıklığı yaratmadan anlatmayı tercih eder.
1. Drama filmler
halkın afyonudur, onları adeta uyutur. İnsanları pasifleştirir.
2.
Senaryolara inanmaz. Masaldır.
3.Günlük
yaşamımız sergilenmeli, insanlar harekete geçirilerek gerçeğe yaklaşılmalıdır.
Filmler doğaçlama olmalıdır. Sinemada doğallıktan yana o yıllarda büyük bir
akım başlatmıştır
4. Kamera
çok güçlü bir aygıttır. Hatta gözden daha güçlü bir aygıttır. Göz yanılabilir
ama kamera asla yanılmaz. Yaşadığından (gördüğünden) daha fazla gerçek
sunabilir.
5. Çok
önemli belgeseller çekilebilir. Manipüle etmeden filmin çekilemeyeceğini
söyler.
6. Daha
önceki biçimcilerde olmayan belgeselci bir tavır sergiler. Onlara göre daha
gerçekçidir.
GERÇEKÇİ KURAM
Biçimci kuramla birlikte sinema ve gerçek sorusu ortaya çıkmış oldu ve
biçimcilerin ardından gerçekçi kuram geldi. Gerçekçiler, sinemanın gerçeği ne
kadar yansıtabileceğine ve sinema ile gerçeğin yakalanabilir olup olmadığına
baktılar. Biçimi tamamen reddetmiyorlardı ama sinemayı hayata benzettikleri ve
sinemanın hayatın taklidi olduğunu düşündükleri için “Sinema hayatın ta kendisi olabilir mi?” diye araştırdılar.
Kracauer ve Bazin’in
başı çektiği gerçekçi kuramda, gerçeği olduğu gibi kaydedebilmektir önemli
olan. Özellikle Kracauer sinemanın gerçeği olduğu
gibi verebileceğini öngörüyordu. Diğer yandan Bazin ise
her ne kadar sinemanın gerçeğe çok çok yaklaşabileceğini düşünse de, asla
gerçek olamayacağını kabul ediyordu.
2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar biçimci kuram savunuluyor ve geleneksel
sanat kuramına bağlı olarak ele alınıyordu.
ANDRE
BAZIN
Sadece fotografik olan görüntünün gerçekliğe ulaşabileceği
yönündeki yaklaşımın ilerisine giderek, kuramına zamansal ve uzamsal bir boyut
kazandırmış ve gerçekçilik kuramının felsefi alt yapısını da kurmaya
çalışmıştır
Bazin’e göre sinemanın gerçekliği “kesinlikle
konunun gerçekçiliği ya da dışavurumun gerçekçiliği değildir, bunun yerine
uzamın (bir yerin uzayda kapladığı alan) gerçekçiliğidir, onsuz hareket eden
imgeler sinemayı oluşturamaz”.
Teknoloji ile
gerçeğe yaklaşmak önemlidir.
Gerçeği yeniden
üretmek değil aynı zamanda hissettirmek gerekir.
İnsanların
kendi gerçekliklerinin farkına varmasını amaçlar. Dertleri, sıkıntıları,
umutsuzluklar kısacası gerçeklikleri göstermeyi hedef edinir.
Hollywood
sinemasındaki hayal dünyasını insanlar daha dikkat çekici bulurlar. Orada
olduklarından ziyade olmak istediklerini görürler ve bunu tercihe şayan kabul
ederler.
İnsanlar
hayatta gerçeği yaşarlar ve sinemada bununla karşılaşmak, yüz yüze gelmek
istemezler. Kaçtıkları gerçekler Bazin’in onlara göstermeye çalıştıkları,
Hollywood sineması ise kaçış sinemasıdır.
Bazin’in
gerçekçi sinema yaklaşımına göre bazen insanın doğal hayatta gördükleri insana
haz verebilir. O’na göre doğal olandan, gerçeklerden kaçmak, uzaklaşmak ile
insan tepki veri ve bu durum insanın sağlığını bozar. Zor olsa da gerçeklik
kaçılmaması gereken bir realitedir.
Bazin’e
göre gerçekçilikte doğal olana yaklaşma çabası vardır. Birebir gerçekliğe
ulaşmak mümkün değildir.
Gerçeği
taklit için ve zamanı ve mekanı bölmemek adına uzun süreli çekimler yapılır.
Derin odak kullanılmalı, alan derinliği fazla olmaıdır. İnsan gözü ön kısmı net
arka kısmı flu görmez. Bu bakımlan çekimler insan gözünün gördüğüne yakınlık
içermelidir.
Mümkün
olduğunca az kesme yaparak, az montajla filmi yapmak gerekir.
Mizansende
uzun çekimlerle doğallığa yaklaşılmalıdır.
Dekor,
makyaj, kostüm, abartılı oyunculuk gibi hususlar ön plana çıkarılmamalı;
doğallığa yaklaşılmalıdır.
Fransız Yeni Dalga’sının kurucu babası olan Andre Bazin en
çok İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ne hayrandır.
Yeni Gerçekçi filmin konusu dünyadır; öykü ya da anlatı
değil. Önceden kararlaştırılmış bir tezi içermez; çünkü düşünceler filmin
içinde konudan doğarlar. Gereksiz ve yalnızca seyirlik olana yakınlık duymaz,
bunu reddeder ama somutu çekici bulur. İtalyan Yeni Gerçekçiler
sinemayı resmin ve diğer sanatların aksine arada bir izleyici yokmuş gibi
dolaysız bir aktarım aracı olarak görürler.
Olayların aracısız gözlenmesi Yeni Gerçekçiler’in sinema
dilini oluşturmuş ve bu sanatçılar eğer kameranın dünyaya müdahalesiz bakmasına
olanak sağlarlarsa yoksul insanların yaşamlarının kendi kendilerini açığa
vuracağını ve öykülerinin basit gözlemleme eyleminden çıkacağını düşündüler. Bu
kuram ham yaşamın ham malzemesine müdahale edecek her şeyden hatta anlatıdan
bile sakınılması gerektiğini savunmuştur. Yeni Gerçekçiler filmin bütün
biçimsel ögelerinin ve izleyiciyi yönlendirebilecek biçim ile içerik arasındaki
gerilimlerin imhasını arzuladılar. Bazin; Yeni Gerçekçiler’in bu tavrından çok
etkilendi ve 1949’da Ladri di Biciclette (Bisiklet
Hırsızları) için şunları yazdı; “Saf sinemanın ilk örneklerinden biri.
Artık oyuncu yok, öykü yok, setler yok. Gerçekliğin mükemmel estetik
yanılsamasında artık sinema yok.”
Andre Bazin’e göre sinema gerçeğin elden geldiğince tam bir
görüntüsünü vermek ister. Sinema bu noktada şiire, resme, tiyatroya açıkça
karşıttır ve gittikçe romana yaklaşmaktadır. Ne var ki sanatta gerçekçilik
ancak yapmacıklarla sağlanabilir. Her estetik kurtarılmaya, kaybedilmeye ya da
reddedilmeye değer olan arasında bir seçim yapar. Sanat ancak bu seçim ile var
olabilir. Bu seçme işi sinemanın çelişkisini de doğurur. Sinema ve öncesinde
fotoğraf, şeyleri oldukları gibi insanın hiçbir rolü olmadan gösterirler. Bu da
zamansal ve uzamsal olarak bir gerçeklik yaratır.
Bazin; sinemanın gerçeğin sanatı olduğunu söyler. Sinema
içeriğin ve ifadenin gerçekliğinden ziyade şeylerin uzayda ve zamanda oldukları
gibi görüntülenmesinden doğar ve görüntülerin uzam gerçekliğine bağımlıdır.
Yurttaş Kane filmi gerçekçilik yaklaşımı için önemli bir
dönüm noktası oluşturan özellikleri haiz bir filmdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder