8 Kasım 2019 Cuma

DÜNYA SİNEMA TARİHİ İLK BÖLÜM


DÜNYA SİNEMA TARİHİ

SİNEMANIN DİĞER SANAT DALLARI İLE İLİŞKİSİ

Sinema diğer sanat dallarına göre yeni olsa da onların hepsini içinde barındırma vasfını haizdir.

Fotoğraf; sinemanın atası kabul edilir. Fotoğraf makinasının keşfinden sonra teknolojinin gelişmesi ile bu makine sinematografa dönüşerek sinemanın doğumunu sağlamıştır. 24 tane fotoğraf karesinin hareketlilik kazanmış hali ile sinema meydana gelmiştir. Bu sebeple sinemanın içerisinde fotoğrafın olması en doğal durumdur.

Tiyatro; birçok yönü ile sinemaya kaynak olmuştur. Özellikle mizansen içindeki unsurlar, oyunculuk, dekor bu bağlamda sinemaya birebir yansımıştır.
Yapısal benzerlikleri nedeniyle tiyatro ve sinema, birbirlerini diğer sanatlardan daha fazla etkilerler
Tiyatroda seyircinin oyunu önde veya arkada izlemesi çok fark yaratabilmektedir. Oyuncunun mimikleri çok önem arz eder ve arkadaki seyircinin bunu görmesi daha zor olabilir ama sinemada seyircinin nerede oturduğu önemli değildir. Çünkü yönetmen oyuncunun yüz ifadesini vermek istiyorsa yapacağı çekim ile bunu yakınlaştıracak ve hiçbir seyircinin bunu kaçırmamasını sağlayacaktır.
Sinemada oyuncu seyirci ile etkileşim kuramazken tiyatronun canlı olması ile oyuncu seyirci ile etkileşim kurabilmektedir. Bu da tiyatronun sinemaya göre avantajıdır.
Bir oyunu istediğimiz kadarıyla izleriz, bir filmi ise yönetmenin bizden görmemizi istediği kadarıyla izleriz. Hatta filmde daha da fazlasını görme potansiyelimiz vardır.
Sinema sahne gerçekçiliğinin zirvede olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Ve tam da resim ve roman sinemanın karşısında mimesisi terk ederken, tiyatro da aynı yönde ilerledi.
Sinemadaki gelişmeler tiyatroda da hareketliliğe sebebiyet vermiştir. Hem Bertolt Brecht hem de Antonin Artaud iki kuramcı yeni fikirlerle sinema karşısında tiyatroyu mimesisten kurtararak geliştirmişlerdir.
Sinemanın doğumundan sonra gelişmesi birçok ülkede tiyatrocular vasıtası ile sağlanmıştır.
Bu açıklamalara göre tiyatro çok etkili şekilde sinema tarafından kapsanan bir sanat dalı niteliğindedir.

Müzik; hiç şüphesi gerek sessiz sinema dönemi ve gerekse 1927 yılından sonra sesli filmlerin ortaya çıkması ile sinemanın içinde hep var olmuştur ve hep te var olacaktır.

Resim, mimari gibi sanat dalları da hiç kuşkusuz estetik kavramı dahilinde sinemanın içinde vardır ve çok aktif şekilde kullanılmaktadır. Sinema resimsel sanatların canlı, kesin görsel potansiyeline sahiptir ve sinemada büyük bir anlatı kapasitesi mevcuttur.

Gölge oyunu; sinemanın en ilkel hali olarak kabul edilmektedir. Uzak doğu kökenli olduğu değerlendirilen bu sanat dalının Türkiye’deki yansımasından bir tanesi Hacivat-Karagöz karakterleridir ve bu karakterler sinemaya farklı bağlamları ile yansıtılmıştır. İçiçeliği şüphesiz devam etmektedir.

Heykel; özellikle form olarak önemlidir. Işığın kullanımı bakımından sinemaya katkısı tartışılmazdır.

Edebiyat; en köklü sanat dallarından biridir ve sinemanın ilk yıllarından itibaren spesifik olarak roman özellikle uyarlama konusunda filmlere kaynak olmuştur. Sinema var olduğu müddetçe edebiyattan uzak kalması düşünülemez.

LUMİERE KARDEŞLER

1895'te Paris'teki Grand Cafe'de bilet ücreti karşılığı halka gösterdiklerinde, sinema dünyasının perdesini de ilk kez aralamış oldular. Bu dünyanın büyüsü daha o ilk anda kendisini gösterdi; seyirciler 46 saniyelik filmlerden birini, 'Lumiere Fabrikasından Çıkan İşçiler'i izlerken, perdede kendilerine doğru yaklaşmakta olan trenden korkup salondan kaçıştılar.
Orta sınıfa eğlenceli vakit geçirme ve para kazandırma fırsatı sunan bu küçük ve 'masum' dünya devasa bir hızla genişleyip karmaşıklaştı. O küçük salondaki kaçışmadan yalnızca beş yıl sonra Avrupa'da ve Amerika'da birbiri ardına büyük sinema salonları açılmaya, insanların peşinden koştuğu yıldızlar türemeye başladı.

GERORGE MELİES

Sinemanın ticari yönünü görmüştür. Tiyatro, el becerisi ve illüzyon ile ilgilenmektedir. Yaptığı canlandırmaları kayda almaya başlamıştır.
Ay’a seyahat filmi ile ilk film bütünlüğünü sağlamıştır.
Sular Üzerinde Yürüyen İsa, Kül Kedisi, Mavi Sakal bazı filmleridir. Sinemada ilk olarak efektleri kullanmıştır. Uyarlama, öykülü, bilim kurgu da ilk filmleri çevirmiştir.
  
EDWARD JAMES MUGGERİDGE

O dönemde çok merak edilen ve üzerine bahisler oynanan bir konu vardı: Bir at, dört nala koşarken dört ayağı birden yerden kesilir mi?
Eadweard Muybridge, fotoğrafçı olduğu için dönemin Kaliforniya Valisi tarafından bu soruyu araştırması için görevlendirilir.
Bunun üzerine atın hareket halindeki görüntüsünü yakalamaya çalışan Muybridge, fotoğraf makinelerinden oluşan bir düzenek kurarak, 1/1000 enstantane hızıyla bu görüntüyü elde eder. 1878'de gerçekleştirdiği bu deneyde, yaş kolodyum tekniğiyle dörtnala giden bir atın bütün hareketlerini kayıt altına almayı başarır. Bu başarısıyla sinemanın ilkel halini bulan kişi olmuştur.
Kullandığı aletin adı "zoopraxiscope"dur. Atın 4 ayağının aynı anda havalandığı da kanıtlanmıştır.

EMİLE COHL

Sinema tarihçileri tarafından, sinema tarihindeki ilk canlandırma film kabul edilen FANTASMAGORİE isimli filmin yaratıcısıdır
Cohl, çizgilerinin sessiz ve renksiz olması gibi eksiklerine karşın, buluşlarıyla sanatının büyüklüğünü kanıtlamıştır. Filmlerinde elle yapılmış resim, kukla ve gerçek nesneler kullanarak doğaüstü bir dünya kurmuş ve olanaksız gibi gözüken olaylar yaratmıştır.

FİLM D’ART

Film d’art akımı Fransa’da ortaya çıkmıştır.
Sinemanın hem ticari hem de bir sanatsal geleceği olduğunu düşünüyorlardı.
1908 öncesi ekonomik kriz nedeni ile başta Pathé olmak üzere pazarda yelerini korumak zorunda olan Fransız film üreticileri krizin engellenmesi adına sinemayı eğlence olmaktan çıkarıp tiyatroya benzer bir gösteriye dönüştürerek edebiyat çevreleriyle aristokratlar arasında sinemaya ilgi duyulmasını sağlama yöntemini geliştirmişlerdi.
Bu yeni tarz aydınlar arasında beklenmedik şekilde ilgi uyandırmıştı. 28 Şubat 1908’de Lafitte Kardeşler, Film D’Art’ı kurmuştur.
Bu dönemde “sanat filmi” denilen ama daha çok “tiyatro filmi” olarak nitelendirilebileceğimiz filmler çekilmiştir. Bu dönemde Fransız tiyatrosunun en önemli eserleri filme alınmıştır.
Film d’art akımı buna rağmen çok başarılı olamamıştır. Bunun nedeni o dönemin sessiz filmlerinin aksine tiyatronun daha çok sese dayanmasıdır. Bu fark tiyatroyu örnek alan sinema için bir dezavantajdır.
Birçok dezavantajına rağmen bu akımın getirmiş olduğu birçok olumlu yan vardır. Özellikle “sanat” kavramının sinemayla bağdaşması bu akım sayesinde olmuştur.
Aydınlar ve soylular bu akıma uyan filmleri seyrederek sinemayı daha “ciddi”ye almışlardır. Daha önceleri geniş halk kitlelerinin ilgisini çeken sinema böylelikle okumuş kitlelerinde beğenisini kazanmaya başlamıştır.
Aydın kesime hitap eden burjuva sinemasının en ünlü filmi Le Bargy ve Calmettes’in Guise Dükünün Katli (1908) adlı filmidir.
Bu tarihten sonra sinema artık yedinci sanat olarak tarihte yerini almaya başlamıştır.
Bu akımla ilk kez star sistemi de başlamıştır. Oyuncular artık özenle seçilmeye başlanmıştır.
  
PANAYIR SİNEMASI

Özellikle sinemanın ilk dönemlerinde, yerleşik sinemanın yaygınlaşmadığı sıralarda gezici sinemanın panayır yerleri dolaşan çeşididir.
Aynı tarz filmlerin çekilmesi ile sinemaya olan ilgi azalmıştır. Bunun üzerine bazı büyük şirketler ücretsiz bilet dağıtmaya başlamışlardır.
Panayır sineması Pathe ve Gaumant adlı iki girişimci tarafından ortaya çıkarılmıştır. Lumier kardeşlerin sinemaya bilimsel yaklaşımları, Melies’in şiirsel bakış açılarını ‘halk sinemasına’ katmışlardır. Sinema halka, taşraya hitap etmeye başlamıştır.
Bununla birlikte ticari, endüstriyel sinema dönemi başlamıştır. Pathe, sinema sanayisini başlatmıştır.
Sinemanın konusu, ilgi alanı değişmiştir. Günceli ve şaşırmayı bırakıp, tarih boyunca geniş kilelerin ilgisini çekmiş olan gönül ilişkilerine, melodrama ve daha sonra a güldürüye ağırlık tanımışlardır.


Amerikan sinemasının kuruluş yıllarının en önemli yönetmenidir. Sinema alanın elektrikçi ve film göstericisi olarak adım atan Porter, 1899’da Edison’un yapımevine girdi. Kısa bir süre sonra da, Edison adına film yönetmeye başladı. 1899-1902 yılları arasında Melies’in çalışmalarını örnek alan filmler yaptıktan sonra, Amerikan sinemasının gelişmesinde önemli bir yere sahip filmlere imza attı.
İlk önemli filmi, altı dakika uzunluğundaki The Life Of An American Fireman – Bir Amerikan İtfaiyecisinin Yaşamı – 1903 kurguya dayanan bir sinema anlayışının ilk örneği oldu.
Bu filmde kurgu vardır ve oyunculuklar tiyatrovaridir.
İtfaiyecilerin çabasıyla ana-kızın korkulu dakikalarının dönüşümlü olarak verilmesi, umutsuzluğun yükselişinin dramatik bir gerilim yaratması ve mutlu sonra ana-kızın kucaklaşması, ilk kez ustalıklı bir kurguyla veriliyordu. Her sahne, hem bir olay anlatıyor, hem de bir sonrakine eklenerek, yeni bir anlam oluşturmaya başlıyordu. Filmde, ilk kez yakın plan da kullanılıyordu. Bir sahneden bir sahneye geçiş ise kararma, açılma yoluyla yapılıyordu. Seyirci, gerçek bir olay karşısındaymış gibi itfaiyecilerle özdeşleşiyor, ana-kızın kurtarılmasını istiyordu. Daha önce, hiçbir film bu türden bir duyguya yol açmamıştı. Duygusal çözümün gerçekliğe yakın olması, seyircinin filmin kahramanıyla özdeşleşmesine yol açıyordu. Lumière Kardeşler’in ya da melies’nin sinemasında görülmeyen özdeşleşme kavramı, Amerikan sinemasının temel doğrultusu olmuştur.
Amerikan sinemasının daha sonraki yıllarda izleyeceği yolu daha belirgin bir biçimde belirleyen film ise, yine Edwin S. Porter’in 1903 yılı yapımı filmi The Great Train Robbery – Büyük Tren Soygunu oldu.
Porter, bu filmde gerçeklerden yola çıkıyor, itfaiyecilerin yaşamı yerine bir treni soymaya kalkan haydutları konu ediniyordu. Ama bu kez, dramatik gelişim çok daha ağır basıyordu. Filmin bölündüğü sahneler bir tren soygununun çeşitli aşamalarını konu ediniyor, haydutlar önce tren istasyonuna geliyor, sonra soygun yapılıyor, haydutların peşine düşülüyor ve haydutlar yakalanıyordu. Birbirini izleyen sahneler, bir olayı anlatmaktan çok seyircinin duyarlığını etkilemeyi amaçlıyordu. Seyirci ilk kez bir haydutla bir demiryolcunun dövüşmesini yakından görüyordu. Perdeye ateş edildiğinde seyirci korkmuştur.
O güne kadar çekilen filmlerde oyuncuların hareketi yatay düzlemde soldan sağa ya da sağdan sola olacak şekilde düzenleniyordu. Fakat Porter filminde bir atlıyı arka plandan ön plana koşturarak derinlik hissi yarattı. Bir soyguncunun silahını kameraya doğrultup ateşlemesini yakın planda gösterdi. Filmi elle kırmızıya boyayarak silah patlaması efekti de verdi.
Film ayrıca, Amerikan sinemasının en önemli dalı olan western sinemasının da ilk örneğini oluşturuyordu. Film 12 dakika sürer ve Edwin S. Porter’in en önemli filmidir.
İlk kez Newyork’ta oynatılan film yabancı ülkelere de satılmıştır.


DAVİD WARK GRİFFİTH 

Griffith’e büyük bir şöhret kazandıran 1915 yapımı filmi Bir Ulusun Doğuşu’nda isimli filmdir ve dönemin başyapıt filmlerindendir.  ilk uzun metrajlı Amerikan filmiydi.
İç Savaç öncesi ve savaş sırasındaki durum gözler önüne serilir. İkinci bölümde kölelerin Kuzeyliler tarafından kışkırtılması anlatılır. Son bölümde ise Ku Klux Klan devreye girer ve müdahale eder. Ku Klux Klan; 1865'te ABD'nin Tennessee eyaletinde kurulan, siyahi karşıtı, beyaz üstünlükçüsü ve göçmen karşıtı, ırkçı bir gizli örgüttür Griffith, kölelik zamanlarında hayli memnun resmettiği zencileri küçümsediği, savaş sırasında ise onları Kuzeyliler’in maşa olarak kullandığı isyancı vahşiler olarak gösterdiği ve Ku Klux Klan’ı övdüğü gerekçesiyle eleştirilir.  Yani genel olarak filmde siyahilere karşı ırkçı tutumundan dolayı eleştirilmiştir.

D.W. Griffith 1916 yapımı Hoşgörüsüzlük filmini bir önceki filminden sonra karşılaştığını düşündüğü hoşgörüsüzlüğe tepki olarak çeker. Dört farklı hikaye anlatılır filmde: İsa’nın çarmıha gerilmesi. İskender’in Babil’i alması, Fransa’da protestanların öldürülmesi ve gelecekte bir mahkumun idamını beklemesi. Önceki filmin başarısına güvenen bankalardan alınan kredilerle çekilen bu film de bir başyapıt çizgisindedir. İki milyon dolara mâl olan Babil seti ve binlerce figüranla çekilen kalabalık sahnelerine rağmen çok fazla iş yapmaz bu dev bütçeli film.
Hoşgörüsüzlük, çağın ilerisinde bir filmdi. Film çok uzundu ve ileri düzeyde entelektüel bir filmdi. Büyük anlatılar olmasına rağmen seyirci anlayamamış ve izleyememiştir. O dönemde pek anlaşılamadığından ticari olarak ta başarısız olmuştur.
Griffith, sinema teknolojilerine hakimiyetinin yanı sıra geliştirdiği görsel ve kurgusal hikaye anlatma teknikleriyle dünya sinemasına yön veren adam olmuştur.
Sinema dilinin kurucusu sayılmaktadır. Sinema çekimlerini kurgulayarak bir dil haline getirmiştir.
Slapstick comedy; fiziksel espri üzerine kurulu komedi film türü demektir ve bu dönemde çok izlenmiştir.
Eleştirmenler tarafından bu film sanat eserleri ile kıyaslanmıştır ki, bu da sinemanın bir sanat olarak kabulü manası taşımaktadır.
Griffith, sanat gerçekliğiyle bağdaşabilen tutarlı bir sinema dilini ilk kullanan kişidir.
Griffith, tartışmasız bir kesinlikle dekupajın, montajın, kamera hareketlerinin getirdiği bu olanakları ciddi bir biçimde uygulayıp kullanan ilk sanatçıdır.
Plan yüksekliklerini, hareketli kameranın etkinliğini, anlatısal montajı, geriye dönüşü getirmiştir.
Işığı sahneye göre kullanmıştır. Anlam katan dramatik aydınlatmayı kullanmıştır.
Sanat yönetmeni tarafından müthiş dekorlar ve kostümler kullanılmıştır.

ABD SİNEMA ENDÜSTRİSİNİN EN GÜÇLÜ FİLM ŞİRKETLERİ

- Disney
- Fox
- MGM
- Buena Vista
- Warner Bros.
- Sony/Columbia Pictures
- Universal
- Lionsgate
- Paramount
- The Weinstein Company (TWC)

AMERİKAN SİNEMASININ BENZER İSİMLERİ

- Ana Akım Sinema
- Hollywood Sineması
- Ticari (Tecimsel) Sinema
- Konvansiyonel (Geleneksel) Sinema
- ABD Sineması
- Endüstriyel Sinema
- Birinci Sinema

AVRUPA SİNEMASININ BENZER İSİMLERİ

- Sanat Sineması
- İkinci Sinema

HAYS YASASI

1920'lerin sonlarında seks ve uyuşturucu haberleriyle gündeme gelen Hollywood 'Günahlar Şehri' adıyla ün yapmıştı. Cinselliği ve şiddeti konu edinen filmler kiliseyi de öfkelendirmişti. Resmi sansürden çekinen stüdyolar, ahlaki ölçütler belirlemek üzere Will H.Hays başkanlığında bir büro kurdu. Sonuçta 1930'da epey muhafazakar ve ırkçı bir sansür uygulaması ortaya çıktı. 
1930-1967 seneleri arasında Amerikan film endüstrisinde geçerli olan the production code kod olarak da anılan bir tur sansür mekanizmasıdır. MPAA  (filmlere ve filmlerin reklam malzemesine sınıflandırma damgaları veren kuruluşun adı olan 'motion picture association of Amerika' sözcüklerinin kısaltması.) kodu 1934 senesinde zorunlu olarak uygulamaya soktuktan sonra en nihayetinde 1967'de uygulamayı iptal etmiştir.
Amerikan filmlerinde seyircinin izleyeceği filmin kalitesini korumak amacıyla çıkarılan Amerikan film endüstrisi yasaları olarak da ifade edebileceğimiz bu koda göre;

- Cinayeti özendirici, katili iyi, taktir edilen bir is yapan biri olarak göstermek kesinlikle yasaklanmıştır. Cinayet islenme şekli asla hayal gücünü çalıştıracak şekilde gösterilmemelidir. Vahşi cinayetlerin gösterilmesine asla izin verilmemektedir.

- Alkol, uyuşturucu trafiği gibi unsurlar filmlerde mümkün mertebe gösterilmemelidir.

- Tutkulu öpüşme, tutkulu sevişme sahnelerine asla izin verilmemektedir. Bastan çıkarma, iğfal etme ve tecavüz sahnelerine asla izin verilmemektedir. Cinsel sapıklığın ifadesi söz konusu bile değildir. Çıplaklık yasaklanmıştır. Soyunma ve giyinme sahneleri filmlerde gösterilmez.

- Doğum sahnelerine gösterilmesine ve hatta temsiline izin verilmemektedir. Çocuk cinsel organları gösterilmemektedir.

- Kaba, küfürlü  metinler ile acık saçık, müstehcen konuşmalar yasaklanmıştır.

- Tanrıya, peygamberine saygısızlık içeren metin, görüntüler yasaklanmıştır. Dinsel unsurların komik olarak gösterilmesi yasaktır.

- Amerikan bayrağını filmlerde özenle kullanılmalı. Ulusa mal olmuş kişiler iyi, adil bir şekilde gösterilmelidir.

- İnsan ve doğa kanunlarının eleştirilmesi yasaktır.

Buna göre;

Sinema hızla gelişmiş ve hızla gelişen sinema kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Sinemanın genel ahlakı bozmasının önüne geçmek için bu sınırlamalar getirilmiştir. Sansür konulmuştur.
Kişisel özgürlük alanı her ne kadar sınırsız kabul edilse de başkalarının özgürlük alanına girildiğinde özgürlüğe şüphesiz bir sınır getirilecektir mutlak bir özgürlüğün mümkün olmadığının göstergesidir bu durum.
Sansür değil düzenlemeler ile beli sınırlamalar konabilir.

ALMAN DIŞAVURUMCULUĞU

Öncelikle resimde görülmüş, daha sonra heykel, mimari, edebiyat, tiyatro ve müziğe yansımıştır.
Duygusal tepkileri yansıtmak amacıyla çizgi ve rengin doğadan bağımsız kılınarak oldukça özgür bir biçimde kullanımıyla, kalın boya hamuru yoğun renk, karşıt değerler ve biçim bozma resimde kullanılan Ekspresyonist üsluptur.
Diğer adıyla "Ekspresyonizm" olarak da bilinen dışa vurumculuğun resimdeki temsilcisi Picasso'dur.
Resimler artık insanları düşünmeye sevk etmelidir.
Refah, aşırı uzmanlaşma, ekonomik rahatlık gibi beşeri olumlulukların hiçbiri insanı memnun etmemiştir ve nihayetinde paylaşım savaşları başlamıştır. Bu savaşların neticesi ile de halk kaos, kargaşa ve buhran ortamına düşmüştür.
Dışavurumcu akım en çok Almanya'da talep görmüştür. Bunun temelinde de Germen ülkelerinin yaşadığı toplumsal bunalımlar ve baskı rejimlerinin etkisi vardır. Halk ve aydın kesim bastırılmış, sindirilmiş duygu ve düşüncelerini dışavurumcu (Ekspresyonist) bir tarzda sanata yansıtmışlardır. Bir başkaldırının meyvesidir dışavurumculuk.
Toplumların başına gelen olaylar, toplumu etkileyen herşey sanatı ve bir sanat olan sinemayı da etkiler.

1919-1939 yılları arasında Almanya’da Alman dışavurumcu akımının etkisi ile Dışavurumcu Alman sineması ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde fantastik dünyaya ışık tutan belli başlı filmler şunlardır:
Praglı Öğrenci (1913) - Golem (1914) - Homunculus (1916) - Doktor Kaligari'nin Muayenehanesi (1919) 
Dışavurumculukta;
- gölgeli bir ışıklandırma,
- ışık ve gölge arasındaki konstrat sert,
- gerçeküstü bir dekor,
- yapay rol yapma ve abartılı oyunculuk,
- gerçek olmayan bir dünyada gezinen kameranın aşırı üslubu dikkat çeker.
Filmlerde kaba ve barbar görüntüler hakimdir.
Ölüm ve düşük yaşama ilişkin nesnelerle beraber, savaşın kızıştırdığı umutsuzluk ve erime bu dönemin konularıdır.
Daha iyi bir dünya düşlenir. Bu düşle birlikte "Gerçekçilik" bir kenara bırakılmış, soyut ve metafizik olana yönelme olmuştur.
Görsel anlatım güçlüdür. Güncel hayat dikkate alınmamış ve "BEN'İN" derinliklerine inilmeye çalışılmıştır.
Perspektif yoktur, hiçbir şey gerçek dünyadaki gibi değildir.
Üçgen, kare ve yıldız şekilli figürler yoğun kullanılmıştır.
Dekorlar izleyicinin üzerine doğru gelir.
Müzikler yoğun bir hava katar.
Makyajlar abartılıdır.
Beyaz yüzler kullanılarak anlatı soyutlanır.
Filmlerde yamuk, çarık nitelikte doğa dışı objelerle, yamulmuş ağaçlarla, bükülmüş dağlarla bir anlatı sağlanır.
Bu dönemdeki sinemada trajedi, korku, kargaşa ve kaos kullanılır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder