Federico Fellini Kimdir?
Ad
Soyad : Federico Fellini
Doğum
Tarihi : 20
Ocak 1920
Nereli : Rimini, İtalya
Ölüm Tarihi : 31 Ekim 1993
İtalyan sinemasının ünlü
senaristlerinden ve yönetmenlerinden olan Federico Fellini, hayatı boyunca 27
film yönetmiş, 7 kere Oscar‘a aday
olmasına karşın sadece 3 kere ödülü almıştır. Oscar Ödülü’nün yanısıra Cannes, Moskova, Venedik Film Festivallerinde birçok ödül kazanmıştır.
Federico Fellini, 20 Ocak 1920‘de daha sonra filmlerinde sıkça
kullanacağı Rimini‘de doğmuştur. Çocukluğu ve
gençliğinin büyük bir bölümü burada geçmiştir. 2. Dünya
Savaşı‘ndan önce sessiz bir sahil kasabası olan Rimini, savaşın
ardından bombardımanların ağır yıkımı altında kalmış ve harap bir duruma
gelmiştir. Savaştan sonra birçok yönetmen şehri filmlerinde mekan olarak
kullanmıştır ancak sadece Fellini filmlerinde mekana mecazi bir anlam
yükleyerek kullanmıştır.
Çocukluğunda resme ilgi duymuştur. Din
okullarında okuduğu dönem öğrencilik hayatının en zor dönemleridir. Daha
sonraki yıllarda sanatını da en çok etkileyen olgulardan biri olan sirkler,
palyaçolar ve çadır tiyatroları çocukluk yıllarının tutkularıdır. Gençliği
İtalya’da faşizmin en yüksek olduğu zamana rastlamıştır. Birçok meslekle uğraşmıştır.
Bunlar arasında polislik, g ressamlığı da vardır.
Film yönetmenliğinin yanı sıra radyo şovları
ve ünlü aktör Aldo Fabrizi için mini skeçler de yazmıştır. Arada karikatür
niteliğinde karakalem çizimler de yapmıştır. Her ne kadar yönetmenliği ile üne
kavuşsa da tanınmasını sağlayan ilk çalışması bir film afişidir.
Mussolini‘nin faşist rejimi sırasında avangarde
tarzını açık bir dille ortaya koyabiliyordu. İlk senaryolarını Alleanza
Cinematografica Italiana‘da bulunduğu sürede yazmıştır. Bu şirkette çalışırken
Roberto Rossellini ve Ingrid Bergman ile tanışmıştır. Daha sonra birçok Rossellini
filminin senaryosunu yazmıştır. 1944 yılında Mussolini’nin düşüşünden sonra
Roma’da çizimlerini satmak için bir dükkan açmıştır. Dükkanın adı “The Funny
Face Shop” idi. İlham aldığı kaynak olarak hep Goethe‘yi göstermiştir.
1943 yılında oyuncu Giulietta Masina ile
evlendi. Aynı oyuncu ile filmlerinde de çalışmıştır. Ama en çok tercih ettiği
oyuncular arasında Marcello Mastroianni, Alberto Sordi ve Anita Ekberg bulunmuştur.
1950 yılına gelindiğinde ilk filmi “Luci Del
Varieta“yı Alberto Lattuada ile birlikte yönetmiştir. Filmin senaryosu kendine
aittir. Ardından tek başına çektiği “Lo Sceicco Bianco“(1952) gelmiştir.
Başrolünde Alberto Sordi ve Brunella Bovo‘nun yer aldığı filmin senaryosunu
ünlü yönetmen Michelangelo Antonioni ile beraber yazmıştır. Bu film ile tarzını
ortaya koyan Fellini, çekimler sırasında daha sonra filmlerinin müziklerini
yapacak Nino Rota ile tanışmıştır. Bu ikisinin de kariyeri için bir dönüm
noktası olmuştur.
Bu filmin ardından “La Strada“(1954), “Il Bidone“(1955)
ve “Le Notti di Cabiria“(1957) gelmiştir.
1960
yılına gelindiğinde en çok yankı uyandıran filmi “La Dolce Vita“yı çekmiştir.
Başrollerinde Marcello Mastroianni ve Anita Ekberg’in yeraldığı filmde, genç
bir gazetecinin zengin ve sosyetik insanlarla irtibatı üzerinden soyeteye ve
entellektüel çevreye göndermeler içeren film ile dikkatleri üstüne toplamıştır.
Oscar’a 4 dalda aday olan film, tek bir ödül alabilmiştir.
Ardından 1963 yılında “8½“, 1969‘da “Satyricon“, 1972‘de “Roma” ve 1973 yılında “Amarcord” gelmiştir.
“Amarcord”da mizaha ağırlık vererek kendi çocukluğunu resmetmiştir. Artarda
gelen bu başarılı filmler bir anda Fellini’nin ustalar arasına girmesine neden
olmuştur.
Fellini
filmlerinin bir bütünün parçaları olduğunu söylüyordu ve bu bütün
birleştirilince kendi hayatı ortaya çıkıyordu. Işık, mekan, insanlardan oluşan
kusursuz dünyalar yaratma çabasında olduğunu belirtmiştir. Her ne kadar yeni
gerçekçilik akımının içinde yer alsa da daha sonra fantezi dünyaları ile ilgili
filmler yapmayı tercih etmiştir. Filmleri üzerinde detaylı çalışmayı seven
Fellini, filmin her aşamasını kendi yönetmiştir.
1993 yılında Oscar Onur Ödülü‘nü aldıktan kısa bir süre sonra 31 Ekim1993‘de kalp krizi sonucu hayata veda etmiştir.
Fellini İle İlgili İlginç Bilgiler:
Fellini’nin filmlerinde gerçeküstücülük olsa da
dışavurumculuk etkisi daha bir öne çıkmaktadır. Dışavurumcu etkiyle gerçeklerin
ardındaki gerçeklere ulaşabiliyordu. Fellini’nin filmlerinde, insanlara,
mekânlara, hikâyelere bir yabancının gözüyle bakıyormuş izlenimi vardır genelde.
Brecht anlatımına yakın durmuştur çoğunlukla. Filmlerinde, sahneler ilk bakışta
birbiriyle bağımsız gibi anlaşılsa da aslında bütün sahneler birbiriyle
ilişkilidir. Fellini’de, karakterlerin öne çıkmasından çok, o karakterlerin
yaşadıkları mekânlardaki o anki halleri önemliydi. Fellini’nin
filmlerinde, parçalardan bütüne gidiş değil, bütünden parçalara gidiş vardır. Önce fotoğrafın bütünü görünüyor, sonra da
o fotoğraf parçalara bölünüp bir araya getiriliyor. Görünen gerçekliğin
ardındaki gerçekliğe ulaşılıyor böylece. Fellini’nin filmlerini
seyrederken, seyirci kendini hep bir sirkin içindeymiş gibi hisseder.
Hayatı boyunca hiç tatile çıkmamış ve her zaman filmlerinde dublaj
kullanmıştır
İkinci dünya savaşı sırasında orduya alınmamak için hasta numarası yaparak
bir psikiyatri kliniğine yatmış ve başarılı da olmuştur.
Sinemada düş gücüne en fazla önemi veren yönetmenlerdendir. Bir avcının
kibrinden çok tuzağını kendi kuran bir avın mağrurluğunu taşıyan bir
yönetmendir.
Groteski (eskiçağ Roma yapılarında bulunan, insan, hayvan ve çiçek figürlerinin
gülünç bir biçimde birleşmeleri biçimindeki abartılı süsleme tarzı veya kaba
gülünçlüklerden, tuhaf ve olmayacak şakalaşmalardan yararlanan, bağdaşmaz
durumları, karşıt görüntüleri şaşırtıcı biçimde birleştiren, temelde ciddi ama
görünüşte gülünç ve abartılı olan güldürü tarzı) sinemasal anlatıma ustaca monte
etmiştir.
Metresini ve karisini ayni filmde oynatmış hatta filmde metresine metres rolünü
karsına da sadik es rolünü vermiştir.
Fellini, düşlerde yankılanan kahkahaları, uzaktan işitilen konuşmaları,
sessizlikleri kullanarak kendi sirkini yaratmıştır. Aydının bunalımını anlattığı
filmleri çok kopya edilmeye çalışılmıştır. Ancak Fellini filmlerinin ana dişlisi
olan sürreal sirk havası gözden kaçırıldığı için taklitleri pek tutmamıştır.
Küçük yaşta yatılı okuldan kaçıp bir sirke katılması ve oradaki birkaç
günlük tecrübesi çoğu filminde (belki de hepsi) karşılaşabileceğimiz sirk
havasının temelini oluşturduğu söylenebilir.
Zamanında Rossellini'ye asistanlık yapmıştır. Çoğu kez film içinde film tekniğini
kullanmıştır. Kamerayı saklamayı iyi başarmıştır. Büyük bir Anita Ekberg hayranıdır.
Oynattığı bütün figüranları gerçek hayatlarında ne iş yapıyorlarsa
filmlerde de o rolde oynatmış yönetmendir. Yani bir berber rolündeki figüran
gerçek hayatında da berberlik yapmaktadır.
Ayrıca yönetmenliğe başladığı dönemden itibaren başka yönetmenlerden
etkilenmemek adına kendi filmleri dışında film izlemediği de bilinmektedir.
Tatlı Hayat filminde rol alması için Fellini’ye önerilen Marcello, Fellini
ile ilk tanıştığı gün çok heyecanlıymış ve bu heyecanını yenmek ve de biraz
profesyonel gözükmek için "senaryoyu görebilir miyim?" diye sormuştur
Fellini’ye. Fellini o çocuk gibi sesiyle "a tabi Marcello" demiş ve
ona bir defter uzatmıştır. Sayfaları bos beyaz olan defterin sadece bir sayfası
doluymuş ve orada da Fellini’nin çizdiği bir karikatürde çıplak bir adam denizde
yüzüyormuş. Mastroianni "bu olaydan
sonra bir daha Fellini’ye senaryo falan sormadım" demiştir.
Fellini “Gerçeği abartmaktan, süslemekten, güzelleştirmekten hoşlandığımı
bütün dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden yalancı olduğumu söylüyorlar. Benim
gibi düşlerin ve görüntülerin dünyasında yaşayan birisi için sözcüğün dar
anlamıyla gerçeğe sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı zorlama olur" demiş,
kendisini "meslekten yönetmen saymayan" daha çok öykü anlatmayı,
uydurmayı, gördüğü ve rastladığı kişileri anlatmayı sevdiğini belirtmiş ama
hepsinden çok "kendimi ve hayatımın parçalarını anlatıyorum"
diyerekten son noktayı koymuş yönetmendir.
La Dolce Vita (Tatlı Hayat)
Tür : Drama
Yapım Yılı : 1960 (174 dk)
Yapım Yılı : 1960 (174 dk)
Senaryo : Federico Fellini, Ennio Flaiano
Yapım Ülkesi : İtalya, Fransa
Orijinal Adı : La Dolce Vita
Yapım Ülkesi : İtalya, Fransa
Orijinal Adı : La Dolce Vita
Orta sınıf bir taşra ailesinden çıkıp geldiği
Roma'da, sınırlı entelektüel yapısına rağmen kendini aniden yüksek sosyetenin
sofistike (yanıltıcı) yapısı içinde bulan ve birlikte olduğu insanlarla beraber
yozlaşıp çürüyen genç magazin gazetecisi Marcello'nun, bir kadından diğerine,
gece kulüplerinden sosyetenin kalbi Via Veneto'daki çılgın partilere sürüklendiği yedi uzun gecenin öyküsü
anlatılmaktadır.
Marcello, etrafını kuşatmış bu tatlı hayatın içindedir içinde olmasına ama
aslında bir o kadar da dışındadır, yabancısıdır bu hayatın; gelip geçici bir
misafiridir ancak. Tüm bu magazin yüzleri, yıldızlar, yüksek cemiyet mensupları
onu pek yadırgamadan aralarında barındırsalar da hakikatte karşılıklı fayda ve
istismara dayalı bir parazitik ilişkidir
Film başında (bir heykel olarak) İsa Mesih
dünyaya tekrar gelir ve Roma’yı kutsamak üzere yola çıkar. Ama karşısında
bulduğu 50'lerin savaş sonrası post-faşist bereketin hedonizmiyle (mutlak
hazcılık) coşmuş Roma’sı pek iç açıcı halde değildir. Roma’nın yeniden inşasını
yansıtan genel çekimler mevcuttur. Roma üzerinde uçan İsa heykeli ellerini
tabasını selamlar gibi açmıştır. İşçiler selamlar İsa’yı, pek yüz bulamazlar.
Sonra çatıda güneşlenen zengin kadınlar selamlar. İsa kaçıp kendini
kurtarırken, en azından İsa’yı taşıyanlardan bir ilgi görmeyi başarır
kadınlardan.
Filmin açılışında, Hz. İsa’nın heykelinin bir
helikopterden sarkıtılarak Roma üzerinde dolaştırıldığına şahit oluruz. Bu
helikopterin içinde Marcello da vardır ve bir binanın üzerinde güneşlenen
kadınların numarasını almaya çalışır. Filmin son sahnesinde balıkçılar büyük
bir vatoz yakalarlar ve vatoz gözleri sonuna kadar açılmış bir şekilde
yukarıya, insanlara doğru bakar vaziyette durur. Bu sırada balıkçılar vatozun
kaç para edeceğini düşünerek sevinç içindedirler. Marcello da vatozun başında
toplanan insanların arasındadır ve vatozun onlara ısrarla baktığına dikkat
çeker.
Balık, Hz. İsa için kullanılan sembollerden en
yaygın olanıdır. Filmin açılış ve kapanış sahneleri göz önünde
bulundurulduğunda, ilk sahnedeki heykelle son sahnedeki balığın Hz. İsa’ya, dolayısıyla
dine bir gönderme olduğu okuması yapılabilir. İlk sahnedeki heykelin
helikopterde taşınması ve şehre yukarıdan bakması, insanların dini el üstünde
tutuyor görünmelerine ve onun için hiçbir masraftan kaçınmadıklarına; Marcello
ve arkadaşlarının helikopterdeyken kadınların numaralarını almaya çalışmaları
ise dini el üstünde tutuyormuş gibi görünen insanın aslında yalnızca gösteriş
peşinde olduğuna yapılmış göndermelerdir. Filmin son sahnesindeki vatozun
yakalanması ve ölmek üzere olması, dinin modern toplum arasında gücünü
kaybettiğine ve ölmek üzere olmasına; ölmek üzere olan vatozun gözlerinin hala
insanlar üzerinde olması ise hor görülen, dışlanan, gösteriş için bir maske
olarak kullanılan dinin tüm bunlara rağmen hala insanlık için umuda sahip olmasına
yapılmış göndermelerdir.
Filmi kendi sistematiği içerisindeki anlatım
tarzına uygun 7 bölümde özetlemek daha işlevsel olacaktır.
Birinci
bölümde; kırsalda doğup büyümüş orta halli bir iyi
aile çocuğu olan Marcello, edebiyat kariyerini bir kenara iterek hızlısından
bir magazin gazetecisi olup Roma cemiyet hayatında namını yürütmüştür magazin dünyasının içinde kaybolmuş, tatlı hayatın tadını
çıkaran, alttan alta yabancılaşma yaşayan paparazzi Marcello olmuştur.
Paparazzi olarak mekânlarıysa, sosyetenin uğrak yeri de olan Ça-Ça-Ça adındaki
gece kulübü Roma’da. Bu gece kulübüyse, tam anlamıyla sirk meydanıydı filmde.
Marcello çapkın. Öyle ki, nişanlısı Emma’yı da bunalımlara sokuyor bu
halleriyle Marcello. Emma (Yvonne Furneaux), sınırları aşmış bir aşkla
Marcello’ya tutkun. Bu aşk Marcello’yu boğuyor.
Gece Ça-Ça-Ça’ya
giden Marcello, yatmayı çok istediği sosyeteden gözlüklü Maddalena’yı (Anouk
Aimée) görüyor. Onunla gecenin içinde üstü açık Cadillac arabayla uzaklaşıyor.
Maddalena, Marcello’nun kendine özlemini biliyor. Bir fahişeyi arabaya
alıyorlar ve kadını evine bıraktıktan sonra kendilerini davet ettiren Maddalena
ve Marcello, o kadının yoksul evinde beraber oluyorlar. Sabah eve dönen
Marcello, mutlu anların gecesinden mutsuzluğun evine geliyor ve Emma tüm
melodramıyla karşısında duruyor. Emma intihar etmiş. Marcello onu hastaneye
götürüyor.
Zengin sosyetik yaşam ile fakirlik içindeki
hayatlar hem uyum hem de çelişkisel olarak seyirciye sunulmuştur. Fakirlerin
mecburi yaşam şartları zenginlerin mevcut hayatlarından bunalmışlıklarının
fantezilerini oluşturabilmektedir. Maddalena ve Marcello’nun ilk gece
kaldıkları ev ve orada bulunma sebepleri bunun bir yansımasıdır.
İkinci bölümde, İsveçli ünlü oyuncusu Sylvia’nın, film
çekmek için geldiği Roma’daki anları yansıyor. Havaalanı magazin basınıyla
kuşatılıyor önce. Sylvia (Anita Ekberg), İtalya’ya sevgilisi Robert’la (Lex
Barker) film yapmaya gelmişler. Ortalıkta mutsuzluk hemen hissediliyor. Sylvia
ve Robert, birbirlerine aşk ve nefret duyuyorlar, Marcello’yla Emma’nın
beraberliğinin farklı bir tezahürü gibi tuhaf bir paradoks sunuluyor seyirciye.
Marcello, “Yeni Gerçekçilik” ve “Yeni Dalga” hakkında
hiç bilgisi olmayan magazinin yıldızı Sylvia’ya yakınlaşmak için her şeyi
deniyor Sylvia Roma’da tarihi yerleri dolaşırken, Aziz Petrus Bazilikası’nda
bunu başarıyor, iletişim kuruyor. Ça-Ça-Ça’daki eğlenceden adeta Sylvia’yı
kaçıran Marcello, gecenin içinde Trevi Çeşmesi’nden çok etkilen Sylvia, tüm
sevgisini sokakta bulduğu yavru kediye verince ona süt aramak düşüyor gecenin
bir yerinde. Sabah Sylvia’yı oteline götüren Marcello, otel önünde
paparazzileri ve Robert’ı buluyor. Robert öfkeli ve bu öfke Marcello’yu darp
ediyor ve aşkı da, çekilecek filmi de çöpe atıyor belki de.
Marcello sabah
kiliseye gidiyor, orada eski dostlarından entelektüel Steiner’le (Alain Cuny)
karşılaşıyor. Doğanın ve müziğin sesine tutkun Steiner, orada kilisenin
piyanosunu çalma fırsatı buluyor. Tınılar insana tuhaf duygular yaşatıyor.
Steiner, müzikle büyülenen Marcello’ya, bilmediğimiz sesler, gizemli ve
yeryüzünün derinliğinden geliyor sanki, diyor. Bu filmin içinde dolaşırken aynı
duyguları yaşıyorsunuz sanki.
Film roma ile iç içe geçmiş gibidir. Roma’nın her yerinde filmle ilgili bir
yazı, resim ya da bilgi bulunur. Örneğin St Pierre kilisesinin kubbesine
tırmanmak için geldiğiniz resepsiyonda, Aita'nın nefesine sahip değilseniz
asansör kullanın yazar, zira Anita filmde bu merdivenleri koşarak çıkmıştır.
Üçüncü bölüm, öğleyin vakti Marcello, nişanlısı Emma
ve foto muhabiri Paparazzo (Walter Santesso), üstü açık arabayla “Mucizeler
Ovası” adı verilmiş yere gidiyorlar. Biri oğlan, diğeri kız iki çocuğun Meryem
Ana aracılığıyla yaşatacağı mucizeler medyanın ve halkın ilgisine mazhar
oluyor. Hatta RAI canlı yayın yapıyor. Elbette
şifa arayan hastalar için de önemli. Katolik inanç ve hurafeye umut bağlamakla
bir sirke dönüşüyor bu epizot (bir roman, öykü ya da
destanda, ana olaydan ayrı olarak yer alan ve başlıbaşına konusal bir bütünlük
gösteren ikinci derecede olay ya da olaylar.).
İtalya, kapitalist ve
Katolik bir ülkeydi ve ikisini de iyi idare etmiştir; sanata, bilime ve
icatlara çok büyük katkıları olmuş bir ülkedir. Bu bölüm estetik anlamda da
gerçekten çarpıcıdır.
Marcello arada belki
kurtuluşu dinden umuyor ama fark ediyor ki o da beyhude. Bu da insanların
insanlara bir büyük oyunu. Anlıyor ki aslında kutsal bakirenin "mucize" çocukları kendi
uydurdukları masallarla biçare ve cahil yığınları peşlerine takmışlar; herkesle
dalgalarını geçerlerken arada küplerini dolduruyorlar.
Dördüncü bölüm, Steiner’in malikânesindeki partiye
Marcello, Emma’yla geceleyin katılıyor. Entelektüel bir parti var. Şairler,
yazarlar ve başkaları toplanmış bunalımlarını savuruyorlar bu partide. Seyirci,
yaşlı yazarın Doğulu kadınlar üstüne övgülü sözleriyle karşılaşıyor önce.
Yazara göre, Doğulu kadınlar doğadan kopmamışlar. Ona göre, Batılı kadınlar
sevişmeyi bile bilmiyorlar. Marcello, bu yaşlı yazardan etkileniyor. Kederler
içindeki Steiner, bu entelektüel mutsuzluğunun, endişesinin ortasında doğanın
seslerine sığınmıştır. Kaydettiği sesleri oradakilere dinletiyor. İki çocuğu
olan Steiner’in, Marcello’ya söylediği felsefi sözler anlamlı. Ama daha sonra
daha da anlamlaşıyor bu kelimeler.
Marcello’nun şair
arkadaşı Steiner, filmdeki tek dürüst ve farkında olan insan olarak karşımıza
çıkıyor. Sanki Steiner, erimekte olan
insan ruhunun nasıl kurtulacağını bilmekte ancak bu bilgi kadar bu kurtulmanın
gerçekleşmeyeceği bilgisiyle birlikte ıstırap dolu bir arafta yaşamaktadır.
Zaten insan ruhunun trajedisi, yolu bilip o yolu alamamaktır. Yolu bilmeyen
insanın yaşayacak bir trajedisi de olmaz.
Steiner, yolu bilen
biri olarak, sahip olduğu mükemmel karısı ve çocukları, sanat ve entelektüelite
dolu yaşamına rağmen, mutlu değildir. İçinde bulunduğu ruh halini şu cümlelerle
açığa vurur:
“Huzur beni korkutuyor. Hem de her
şeyden çok. Bu sessizlik ardında cehennemi gizleyen bir maske gibi… O zaman
çocuklarımın geleceğini düşünüyorum. Dünya harika bir yer olacak deniyor. Bir
telefon konuşması her şeyi sona erdirmeye yetecekken, bu nasıl olabilir? İnsan
tutkulardan, duygulardan uzak yaşayıp kendini bir sanat eserindeki uyuma
vermeli. Zamanın dışında yaşayacak kadar, her şeyden uzaklaşacak kadar çok
sevmeyi öğrenmeliyiz. Buna mecburuz.”
Filmin sonlarına doğru Steiner iki
çocuğunu öldürerek intihar eder. Arafta yaşadığı bu hayata daha fazla
dayanamamıştır. Marcello arkadaşının ölümünden çok etkilenir ve zaten elinde
olmayan yaşamı tamamen kendisinden kopar. O güne kadar gece kulüplerinde, lüks
şatolarda partiler ve kadın arayışlarıyla günlerini geçirmekte olan Marcello,
Steiner’in ölümünden sonra sarhoş gezdiği yüksek sınıf grup partilerine
katılmaya başlar. Yazmakta olduğu magazinsel köşeyi bırakır ve reklamcı olur.
Steiner yolu bilen ama alamayan biri olarak karşımıza çıkarken; Marcello yolu
bilmeyen ama yolun varlığını hisseden biri olarak karşımıza çıkarlar. Her ikisi
de yolu alamamaktadırlar ve acı çekerler. Bu yol ise her insanın başka bir şey
için değil de kendi aşkına arzuladığı tek şeye; mutluluğa çıkmaktadır. Bu
çaresiz mutluluk arayışı birini intihara diğerini anlamsız grup partilerine
sürüklemiştir. Yine de yolun varlığını hissedemeyenlere göre daha acılı ama
üstün bir hayat sürerler.
Beşinci bölüm, gündüz vakti Roma’nın uzağında
sahildeki tatil mekânında Marcello, daktilosuyla kitabı üstüne çalışmaya
çabalarken, Perugialı küçük garson kız Paola’yla da iletişim kuruyor. Bu güzel
küçük kız Paola (Valeria Ciangottini), evlenmiş olsaydı onun kızı olabilirdi.
Sahildeki final bölümü daha da anlamlaşıyor. Bu sahilde yine Emma’dan
kurtulamıyor Marcello. Çünkü Emma onu her şeyden kıskanıyor.
Geceleyin… Babası
(Annibale Ninchi), aniden Roma’ya gelince Marcella hazırlıksız yakalanıyor. Bu
gece, hayat dolu babasını tanımak için fırsat olabilir miydi Marcello için?
Çocukken, hep iş gezisinde olan babası ona hep uzak olmuş. Annesi de, İtalya’da
şampanya dağıtan babasının yolunu özlemle beklermiş. Marcello için annesinin
tutkusu travma yaratmış zihninde. Belki de bu yüzden tutkulu âşık kadınlardan
korkuyor Marcello. Ça-Ça-Ça’da, babası
bilinmeyen taraflarını sunuyor Marcello’ya. Dansçı genç Fransız kadın Fanny’ye
(Magali Noël) ilgi gösteriyor çapkın baba. Sonra gecenin bir yerinde Fanny’nin
evine gidiyorlar. Heyecana dayanamıyor. Şafak sökünce birden buralardan
uzaklaşıp eve dönmek istiyor baba.
Marcello’yu ziyarete
gelen kendi halindeki yaşlı pederi bile onunla geçen bir gece sonunda zıvanadan
çıkıyor. Geçirdiği küçük çapta krizin ardından neye döndüğünü farkedince
dehşete kapılıp bu kadar kısa sürede onu bu hale getiren hayattan ve şehirden
kaçarak uzaklaşıyor.
Altıncı bölüm, Marcello bir başka gecede kaleye
benzer malikânede aristokratların, burjuvaların partisinde. Filmde partiler,
hikâyenin tam ortasında bir yapıştırma hissi veriyor. Partide Maddalena da var.
Marcello, onunla aşk yaşama umudunu yaşıyor bir anda. Fellini, burjuvaların
ikiyüzlülüğünü de gösterme imkânı buluyor bu sekansta. Sabah olunca kilisenin
önünde bitiyor bu tuhaf parti. Rahipler de yansıyor. Şüphesiz bu an ironi dolu
bir andır filmde.
Gecenin içinde,
birdenbire Marcello ve Emma, üstü açık spor arabada aşk için tartışıyorlar.
Marcello, Emma’yı orada bırakıp gidiyor. Şafak doğarken geliyor. Eve
gidiyorlar. Marcello, son defa onunla oluyor ve sonsuza kadar bu büyük âşığı
terk ediyor.
Sabahleyin telefon
çalıyor ve trajedinin haberini alıyor Marcello. Eski dostu Steiner, cinnet
geçirip iki çocuğunu vurup salonda intihar etmiş. Bu güvensiz dünyadan
çocuklarını ve kendini kurtarmış. Suç mahalli tam bir polisiye atmosferiyle
yansıyor perdeye. Bir an polisiye bir filmin atmosferinde hissediyoruz.
Yedinci bölüm, zaman geçiyor… Gecenin içinde…
Marcello bir reklamcı. Kravat takmıyor, boynunda fular var artık şimdi.
Marcello, arkadaşı Riccardo’nun (Garrone Riccardo) evinde Nadia’nın (Nadia
Gray) boşanması şerefine parti veriyor. Bu anlar, filmdeki tüm sirk
gösterilerinin toplamı gibidir. Marcello, palyaço gibi oluyor bir ara.
Şafak söktüğünde
partidekiler sahile iniyor. Marcello uzaktan küçük kız Paola’yı görüyor.
Paola’ya mı gitmeliydi, yoksa tatlı hayatına mı dönmeliydi Marcello? Sirk
gösterisinin sonuydu bu son sahne. Ağa takılmış hilkat garibesi ölü balık,
simgesel olarak güçlü bir metafor oluşturmuştur.
Marcello yazmak için gittiği bir sahil
kafesinde garson olarak çalışan genç bir kızla tanışır. Bu kız saf, tertemiz ve
gelecek için heyecan doludur, kirlenmemiştir. Marcello onun yüzünü melek
heykellerine benzetir. Filmin sonunda kumsalda, kız Marcello’yu tekrar görür.
Uzaktan Marcello’ya daha önce tanıştıklarını anlatan hareketler yapar. Ancak
aralarında küçük bir göl vardır ve dalga ile insan sesleri yüzünden Marcello
kızı anlamaz. Kız biraz daha anlatmaya çalışır ama Marcello bir türlü kızı
hatırlamaz ve sonunda pes edip arkasını döner. İki elini kaldırarak “Ne
yapabilirim ki?” anlamına gelen bir işaret yapar. Bu anda Marcello’nun yüzünde
çaresizlik tüm çıplaklığıyla görünür.
Bu sahne de aslında tüm film gibi sembollerle
doludur. Masum kız mutluluğa giden yolu sembolize eder. Marcello’nun kızı
bilmesi ancak hatırlayamaması ise Platonvari bir bakış açısıyla idealar dünyası
ile fenomenler dünyasını temsil eder. Marcello onu mutluluğa götürecek yol olan
saflıkla tanışmış ama filmin sonuna gelindiğinde o saflığı hatırlayamaz hale
gelmiştir. Aynı zamanda onu hatırlar gibi olması, onda farklı bir şeyler
olduğunu hissetmesi yüzündeki çaresiz ifadeye sebep olmuştur. Marcello, artık
aramayı bırakmıştır, pes etmiştir. Gerçek mutluluğa unuttuğu yollardan
ulaşamamak yerine, yalancı mutluluğa bildiği yollardan ulaşmayı seçmiştir.
Fellini filmini yedi
bölümde anlatmış. Filmin yedi bölümden oluşmasından bazı yerlerde bunun yedi
ölümcül günahla buluştuğunu belirtenler de vardır.
Yine bu şekilde yedi
bölümün Roma’nın yedi tepesi olduğuna dair işaretler barındırdığı da
belirtilmektedir.
Tatlı Hayat filmi ile ilgili genel olarak;
Yönetici sınıfın çöküşü ve bu çöküşün içerdiği korkunç şiddetin yoğun bir
bileşimine dönüştüren Fellini, bu saldırgan tavrıyla 60'ların sosyal
tansiyonunu da ölçer ve sonucu bir felaket olarak sunar. Film, o dönem hem
solcu kesimde hem de başta bunu kendisine yönelik bir küfür olarak algılayan
kilise çevrelerinde ve sağda bir bomba gibi patlamıştır.
Günümüzden bir bakışla, televizyon
ve medyanın inanılmaz yükselişinin ipuçlarını da şaşırtıcı bir ustalıkla vermiştir
Hemen hemen 30 yıl önce Renoir'ın Oyunun Kuralı filminde yaptığı gibi, Fellini bu
filmle bu mütevazı eğlenceyi, yaşadığı zamanın ve mekanın atmosferinde, üyesi
olduğu toplumun ahlaki ve töresel değerlerini parçalara ayırdığı bir otopsiye
dönüştürmüştür. Bu filmin gücünün, Avrupa’nın entelektüel ve aristokratik
çevrelerinin yaşadığı dekadansı (düşkünlük) yansıtmasındaki görkemde yattığı
söylenebilir.
Fellini’nin üç saat süren ve dolu dolu bir haftayı resmeden filmindeki
mekan seçimlerinden bahsetmek te lazım. Örneğin, şu merdivenlerden katedrale
çıkma sahnesinde yakaladığı karelerden. Ya da hayalet peşine düşülen harabe
binada, ya da org ile caz ezgilerinden klasik ezgilere geçilen kilisede, ya da
fahişenin bodrum katındaki evinde. Ya da nişanlısının, "beni seviyor
musun?" diye bitirdiği, "akşam yemekte sana ne yapayım?" diye
başladığı ve yatakta tek başına oturmuş, "burada her şey var" dediği
an, kameranın geniş açıyla, koridorun ucundan gösterdiği bomboş ev gibi büyülü
sinematografik anlardan.
Bölümlerin birbirleriyle bağlantısı yokmuş gibi de sanabiliyoruz. Bir sirki
izliyorsunuz sanki. Fellini, bütün fotoğrafı doğrayarak seyircinin klasik film
izleme alışkanlığını yıkıyor, onu sürekli yabancılaşmanın içinde bırakıyor. Ama
film bittikten sonra parçalar bir araya geliyor ve anlam çıkartma ihtimalimiz
olabiliyor. Çünkü çoğunlukla Fellini, filmlerinin son bölümlerinde tam
anlamıyla sirkin geldiği son oyununu yansıtıyor.
Filmin çoğu bölümü gecelerden oluşuyor. Fellini’nin bu zaman dilimini
tercih etmesinin nedeni, sabahın gündelik yaşamı, geceninse ruhsal yaşamı
sembolize etmesi olabilir. Film, bir insanın iç yaşamını merkeze alır, bu
açıdan gece çekilmesi faydalıdır. La Dolce Vita, bir yönü ile insanın çaresizce
mutluluk arayışını ancak ona ulaşamadığı her an daha da içine gömülmesini
anlatıyor.
Açılış ve kapanış sahnelerinde, ahlaki çöküşün İtalya'ya getirdiği
sonuçların altını çizen Dante'ye
zekice dokundurmalar vardır, ki o sıralarda İtalya'da faşizmin yeniden doğuşu
siyasi dengede bir farklılık oluşturuyordu. "Tatlı Hayat"taki ahlaki
ortam Fellini'nin her filminde yansıtılır, fakat görkemli ölçeği, merhametli
veya sevimli bir kahraman kullanmaması ve karikatürlerinin isabetliliği açısından
en etkileyici çalışması olduğunu söylemek mümkündür. Zamanının Hollywood
filmlerinin fersah fersah ötesinde olduğu gibi hala daha güncelliğini koruyan
zamansız bir başyapıt kabul etmek mümkündür.