16 Aralık 2019 Pazartesi

Federico Fellini ve Tatlı Hayat Filmi


Federico Fellini Kimdir?
Ad Soyad       : Federico Fellini
Doğum Tarihi : 20 Ocak 1920 
Nereli              : Rimini, İtalya 
Meslekler        : SenaristYönetmen 
Ölüm Tarihi     : 31 Ekim 1993

İtalyan sinemasının ünlü senaristlerinden ve yönetmenlerinden olan Federico Fellini, hayatı boyunca 27 film yönetmiş, 7 kere Oscar‘a aday olmasına karşın sadece 3 kere ödülü almıştır. Oscar Ödülü’nün yanısıra CannesMoskovaVenedik Film Festivallerinde birçok ödül kazanmıştır.
Federico Fellini, 20 Ocak 1920‘de daha sonra filmlerinde sıkça kullanacağı Rimini‘de doğmuştur. Çocukluğu ve gençliğinin büyük bir bölümü burada geçmiştir. 2. Dünya Savaşı‘ndan önce sessiz bir sahil kasabası olan Rimini, savaşın ardından bombardımanların ağır yıkımı altında kalmış ve harap bir duruma gelmiştir. Savaştan sonra birçok yönetmen şehri filmlerinde mekan olarak kullanmıştır ancak sadece Fellini filmlerinde mekana mecazi bir anlam yükleyerek kullanmıştır.
Çocukluğunda resme ilgi duymuştur. Din okullarında okuduğu dönem öğrencilik hayatının en zor dönemleridir. Daha sonraki yıllarda sanatını da en çok etkileyen olgulardan biri olan sirkler, palyaçolar ve çadır tiyatroları çocukluk yıllarının tutkularıdır. Gençliği İtalya’da faşizmin en yüksek olduğu zamana rastlamıştır. Birçok meslekle uğraşmıştır. Bunlar arasında polislik, g ressamlığı da vardır.
Film yönetmenliğinin yanı sıra radyo şovları ve ünlü aktör Aldo Fabrizi için mini skeçler de yazmıştır. Arada karikatür niteliğinde karakalem çizimler de yapmıştır. Her ne kadar yönetmenliği ile üne kavuşsa da tanınmasını sağlayan ilk çalışması bir film afişidir.
Mussolini‘nin faşist rejimi sırasında avangarde tarzını açık bir dille ortaya koyabiliyordu. İlk senaryolarını Alleanza Cinematografica Italiana‘da bulunduğu sürede yazmıştır. Bu şirkette çalışırken Roberto Rossellini ve Ingrid Bergman ile tanışmıştır. Daha sonra birçok Rossellini filminin senaryosunu yazmıştır. 1944 yılında Mussolini’nin düşüşünden sonra Roma’da çizimlerini satmak için bir dükkan açmıştır. Dükkanın adı “The Funny Face Shop” idi. İlham aldığı kaynak olarak hep Goethe‘yi göstermiştir.
1943 yılında oyuncu Giulietta Masina ile evlendi. Aynı oyuncu ile filmlerinde de çalışmıştır. Ama en çok tercih ettiği oyuncular arasında Marcello Mastroianni, Alberto Sordi ve Anita Ekberg bulunmuştur.
1950 yılına gelindiğinde ilk filmi “Luci Del Varieta“yı Alberto Lattuada ile birlikte yönetmiştir. Filmin senaryosu kendine aittir. Ardından tek başına çektiği “Lo Sceicco Bianco“(1952) gelmiştir. Başrolünde Alberto Sordi ve Brunella Bovo‘nun yer aldığı filmin senaryosunu ünlü yönetmen Michelangelo Antonioni ile beraber yazmıştır. Bu film ile tarzını ortaya koyan Fellini, çekimler sırasında daha sonra filmlerinin müziklerini yapacak Nino Rota ile tanışmıştır. Bu ikisinin de kariyeri için bir dönüm noktası olmuştur.
Bu filmin ardından “La Strada“(1954), “Il Bidone“(1955) ve “Le Notti di Cabiria“(1957) gelmiştir.
1960 yılına gelindiğinde en çok yankı uyandıran filmi “La Dolce Vita“yı çekmiştir. Başrollerinde Marcello Mastroianni ve Anita Ekberg’in yeraldığı filmde, genç bir gazetecinin zengin ve sosyetik insanlarla irtibatı üzerinden soyeteye ve entellektüel çevreye göndermeler içeren film ile dikkatleri üstüne toplamıştır. Oscar’a 4 dalda aday olan film, tek bir ödül alabilmiştir.
Ardından 1963 yılında ““, 1969‘da “Satyricon“, 1972‘de “Roma” ve 1973 yılında “Amarcord” gelmiştir. “Amarcord”da mizaha ağırlık vererek kendi çocukluğunu resmetmiştir. Artarda gelen bu başarılı filmler bir anda Fellini’nin ustalar arasına girmesine neden olmuştur.
Fellini filmlerinin bir bütünün parçaları olduğunu söylüyordu ve bu bütün birleştirilince kendi hayatı ortaya çıkıyordu. Işık, mekan, insanlardan oluşan kusursuz dünyalar yaratma çabasında olduğunu belirtmiştir. Her ne kadar yeni gerçekçilik akımının içinde yer alsa da daha sonra fantezi dünyaları ile ilgili filmler yapmayı tercih etmiştir. Filmleri üzerinde detaylı çalışmayı seven Fellini, filmin her aşamasını kendi yönetmiştir.
1993 yılında Oscar Onur Ödülü‘nü aldıktan kısa bir süre sonra 31 Ekim1993‘de kalp krizi sonucu hayata veda etmiştir.



Fellini İle İlgili İlginç Bilgiler:
Fellini’nin filmlerinde gerçeküstücülük olsa da dışavurumculuk etkisi daha bir öne çıkmaktadır. Dışavurumcu etkiyle gerçeklerin ardındaki gerçeklere ulaşabiliyordu. Fellini’nin filmlerinde, insanlara, mekânlara, hikâyelere bir yabancının gözüyle bakıyormuş izlenimi vardır genelde. Brecht anlatımına yakın durmuştur çoğunlukla. Filmlerinde, sahneler ilk bakışta birbiriyle bağımsız gibi anlaşılsa da aslında bütün sahneler birbiriyle ilişkilidir. Fellini’de, karakterlerin öne çıkmasından çok, o karakterlerin yaşadıkları mekânlardaki o anki halleri önemliydi. Fellini’nin filmlerinde, parçalardan bütüne gidiş değil, bütünden parçalara gidiş vardır. Önce fotoğrafın bütünü görünüyor, sonra da o fotoğraf parçalara bölünüp bir araya getiriliyor. Görünen gerçekliğin ardındaki gerçekliğe ulaşılıyor böylece. Fellini’nin filmlerini seyrederken, seyirci kendini hep bir sirkin içindeymiş gibi hisseder.

Hayatı boyunca hiç tatile çıkmamış ve her zaman filmlerinde dublaj kullanmıştır
İkinci dünya savaşı sırasında orduya alınmamak için hasta numarası yaparak bir psikiyatri kliniğine yatmış ve başarılı da olmuştur.
Sinemada düş gücüne en fazla önemi veren yönetmenlerdendir. Bir avcının kibrinden çok tuzağını kendi kuran bir avın mağrurluğunu taşıyan bir yönetmendir.
Groteski (eskiçağ Roma yapılarında bulunan, insan, hayvan ve çiçek figürlerinin gülünç bir biçimde birleşmeleri biçimindeki abartılı süsleme tarzı veya kaba gülünçlüklerden, tuhaf ve olmayacak şakalaşmalardan yararlanan, bağdaşmaz durumları, karşıt görüntüleri şaşırtıcı biçimde birleştiren, temelde ciddi ama görünüşte gülünç ve abartılı olan güldürü tarzı) sinemasal anlatıma ustaca monte etmiştir.
Metresini ve karisini ayni filmde oynatmış hatta filmde metresine metres rolünü karsına da sadik es rolünü vermiştir.
Fellini, düşlerde yankılanan kahkahaları, uzaktan işitilen konuşmaları, sessizlikleri kullanarak kendi sirkini yaratmıştır. Aydının bunalımını anlattığı filmleri çok kopya edilmeye çalışılmıştır. Ancak Fellini filmlerinin ana dişlisi olan sürreal sirk havası gözden kaçırıldığı için taklitleri pek tutmamıştır.
Küçük yaşta yatılı okuldan kaçıp bir sirke katılması ve oradaki birkaç günlük tecrübesi çoğu filminde (belki de hepsi) karşılaşabileceğimiz sirk havasının temelini oluşturduğu söylenebilir.
Zamanında Rossellini'ye asistanlık yapmıştır. Çoğu kez film içinde film tekniğini kullanmıştır. Kamerayı saklamayı iyi başarmıştır. Büyük bir Anita Ekberg hayranıdır.
Oynattığı bütün figüranları gerçek hayatlarında ne iş yapıyorlarsa filmlerde de o rolde oynatmış yönetmendir. Yani bir berber rolündeki figüran gerçek hayatında da berberlik yapmaktadır.
Ayrıca yönetmenliğe başladığı dönemden itibaren başka yönetmenlerden etkilenmemek adına kendi filmleri dışında film izlemediği de bilinmektedir.
Tatlı Hayat filminde rol alması için Fellini’ye önerilen Marcello, Fellini ile ilk tanıştığı gün çok heyecanlıymış ve bu heyecanını yenmek ve de biraz profesyonel gözükmek için "senaryoyu görebilir miyim?" diye sormuştur Fellini’ye. Fellini o çocuk gibi sesiyle "a tabi Marcello" demiş ve ona bir defter uzatmıştır. Sayfaları bos beyaz olan defterin sadece bir sayfası doluymuş ve orada da Fellini’nin çizdiği bir karikatürde çıplak bir adam denizde yüzüyormuş. Mastroianni  "bu olaydan sonra bir daha Fellini’ye senaryo falan sormadım" demiştir.
Fellini “Gerçeği abartmaktan, süslemekten, güzelleştirmekten hoşlandığımı bütün dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden yalancı olduğumu söylüyorlar. Benim gibi düşlerin ve görüntülerin dünyasında yaşayan birisi için sözcüğün dar anlamıyla gerçeğe sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı zorlama olur" demiş, kendisini "meslekten yönetmen saymayan" daha çok öykü anlatmayı, uydurmayı, gördüğü ve rastladığı kişileri anlatmayı sevdiğini belirtmiş ama hepsinden çok "kendimi ve hayatımın parçalarını anlatıyorum" diyerekten son noktayı koymuş yönetmendir.







La Dolce Vita (Tatlı Hayat)

Yönetmen           Federico Fellini
Tür                       : Drama
Yapım Yılı            1960 (174 dk)
Senaryo              Federico FelliniEnnio Flaiano
Yapım Ülkesi      : İtalya, Fransa
Orijinal Adı         : La Dolce Vita



Orta sınıf bir taşra ailesinden çıkıp geldiği Roma'da, sınırlı entelektüel yapısına rağmen kendini aniden yüksek sosyetenin sofistike (yanıltıcı) yapısı içinde bulan ve birlikte olduğu insanlarla beraber yozlaşıp çürüyen genç magazin gazetecisi Marcello'nun, bir kadından diğerine, gece kulüplerinden sosyetenin kalbi Via Veneto'daki çılgın partilere sürüklendiği yedi uzun gecenin öyküsü anlatılmaktadır.
Marcello, etrafını kuşatmış bu tatlı hayatın içindedir içinde olmasına ama aslında bir o kadar da dışındadır, yabancısıdır bu hayatın; gelip geçici bir misafiridir ancak. Tüm bu magazin yüzleri, yıldızlar, yüksek cemiyet mensupları onu pek yadırgamadan aralarında barındırsalar da hakikatte karşılıklı fayda ve istismara dayalı bir parazitik ilişkidir
Film başında (bir heykel olarak) İsa Mesih dünyaya tekrar gelir ve Roma’yı kutsamak üzere yola çıkar. Ama karşısında bulduğu 50'lerin savaş sonrası post-faşist bereketin hedonizmiyle (mutlak hazcılık) coşmuş Roma’sı pek iç açıcı halde değildir. Roma’nın yeniden inşasını yansıtan genel çekimler mevcuttur. Roma üzerinde uçan İsa heykeli ellerini tabasını selamlar gibi açmıştır. İşçiler selamlar İsa’yı, pek yüz bulamazlar. Sonra çatıda güneşlenen zengin kadınlar selamlar. İsa kaçıp kendini kurtarırken, en azından İsa’yı taşıyanlardan bir ilgi görmeyi başarır kadınlardan.

Filmin açılışında, Hz. İsa’nın heykelinin bir helikopterden sarkıtılarak Roma üzerinde dolaştırıldığına şahit oluruz. Bu helikopterin içinde Marcello da vardır ve bir binanın üzerinde güneşlenen kadınların numarasını almaya çalışır. Filmin son sahnesinde balıkçılar büyük bir vatoz yakalarlar ve vatoz gözleri sonuna kadar açılmış bir şekilde yukarıya, insanlara doğru bakar vaziyette durur. Bu sırada balıkçılar vatozun kaç para edeceğini düşünerek sevinç içindedirler. Marcello da vatozun başında toplanan insanların arasındadır ve vatozun onlara ısrarla baktığına dikkat çeker.
Balık, Hz. İsa için kullanılan sembollerden en yaygın olanıdır. Filmin açılış ve kapanış sahneleri göz önünde bulundurulduğunda, ilk sahnedeki heykelle son sahnedeki balığın Hz. İsa’ya, dolayısıyla dine bir gönderme olduğu okuması yapılabilir. İlk sahnedeki heykelin helikopterde taşınması ve şehre yukarıdan bakması, insanların dini el üstünde tutuyor görünmelerine ve onun için hiçbir masraftan kaçınmadıklarına; Marcello ve arkadaşlarının helikopterdeyken kadınların numaralarını almaya çalışmaları ise dini el üstünde tutuyormuş gibi görünen insanın aslında yalnızca gösteriş peşinde olduğuna yapılmış göndermelerdir. Filmin son sahnesindeki vatozun yakalanması ve ölmek üzere olması, dinin modern toplum arasında gücünü kaybettiğine ve ölmek üzere olmasına; ölmek üzere olan vatozun gözlerinin hala insanlar üzerinde olması ise hor görülen, dışlanan, gösteriş için bir maske olarak kullanılan dinin tüm bunlara rağmen hala insanlık için umuda sahip olmasına yapılmış göndermelerdir.

Filmi kendi sistematiği içerisindeki anlatım tarzına uygun 7 bölümde özetlemek daha işlevsel olacaktır.
Birinci bölümde; kırsalda doğup büyümüş orta halli bir iyi aile çocuğu olan Marcello, edebiyat kariyerini bir kenara iterek hızlısından bir magazin gazetecisi olup Roma cemiyet hayatında namını yürütmüştür magazin dünyasının içinde kaybolmuş, tatlı hayatın tadını çıkaran, alttan alta yabancılaşma yaşayan paparazzi Marcello olmuştur. Paparazzi olarak mekânlarıysa, sosyetenin uğrak yeri de olan Ça-Ça-Ça adındaki gece kulübü Roma’da. Bu gece kulübüyse, tam anlamıyla sirk meydanıydı filmde. Marcello çapkın. Öyle ki, nişanlısı Emma’yı da bunalımlara sokuyor bu halleriyle Marcello. Emma (Yvonne Furneaux), sınırları aşmış bir aşkla Marcello’ya tutkun. Bu aşk Marcello’yu boğuyor.
Gece Ça-Ça-Ça’ya giden Marcello, yatmayı çok istediği sosyeteden gözlüklü Maddalena’yı (Anouk Aimée) görüyor. Onunla gecenin içinde üstü açık Cadillac arabayla uzaklaşıyor. Maddalena, Marcello’nun kendine özlemini biliyor. Bir fahişeyi arabaya alıyorlar ve kadını evine bıraktıktan sonra kendilerini davet ettiren Maddalena ve Marcello, o kadının yoksul evinde beraber oluyorlar. Sabah eve dönen Marcello, mutlu anların gecesinden mutsuzluğun evine geliyor ve Emma tüm melodramıyla karşısında duruyor. Emma intihar etmiş. Marcello onu hastaneye götürüyor.

Zengin sosyetik yaşam ile fakirlik içindeki hayatlar hem uyum hem de çelişkisel olarak seyirciye sunulmuştur. Fakirlerin mecburi yaşam şartları zenginlerin mevcut hayatlarından bunalmışlıklarının fantezilerini oluşturabilmektedir. Maddalena ve Marcello’nun ilk gece kaldıkları ev ve orada bulunma sebepleri bunun bir yansımasıdır.
İkinci bölümde, İsveçli ünlü oyuncusu Sylvia’nın, film çekmek için geldiği Roma’daki anları yansıyor. Havaalanı magazin basınıyla kuşatılıyor önce. Sylvia (Anita Ekberg), İtalya’ya sevgilisi Robert’la (Lex Barker) film yapmaya gelmişler. Ortalıkta mutsuzluk hemen hissediliyor. Sylvia ve Robert, birbirlerine aşk ve nefret duyuyorlar, Marcello’yla Emma’nın beraberliğinin farklı bir tezahürü gibi tuhaf bir paradoks sunuluyor seyirciye.
Marcello, “Yeni Gerçekçilik” ve “Yeni Dalga” hakkında hiç bilgisi olmayan magazinin yıldızı Sylvia’ya yakınlaşmak için her şeyi deniyor Sylvia Roma’da tarihi yerleri dolaşırken, Aziz Petrus Bazilikası’nda bunu başarıyor, iletişim kuruyor. Ça-Ça-Ça’daki eğlenceden adeta Sylvia’yı kaçıran Marcello, gecenin içinde Trevi Çeşmesi’nden çok etkilen Sylvia, tüm sevgisini sokakta bulduğu yavru kediye verince ona süt aramak düşüyor gecenin bir yerinde. Sabah Sylvia’yı oteline götüren Marcello, otel önünde paparazzileri ve Robert’ı buluyor. Robert öfkeli ve bu öfke Marcello’yu darp ediyor ve aşkı da, çekilecek filmi de çöpe atıyor belki de.
Marcello sabah kiliseye gidiyor, orada eski dostlarından entelektüel Steiner’le (Alain Cuny) karşılaşıyor. Doğanın ve müziğin sesine tutkun Steiner, orada kilisenin piyanosunu çalma fırsatı buluyor. Tınılar insana tuhaf duygular yaşatıyor. Steiner, müzikle büyülenen Marcello’ya, bilmediğimiz sesler, gizemli ve yeryüzünün derinliğinden geliyor sanki, diyor. Bu filmin içinde dolaşırken aynı duyguları yaşıyorsunuz sanki.
Film roma ile iç içe geçmiş gibidir. Roma’nın her yerinde filmle ilgili bir yazı, resim ya da bilgi bulunur. Örneğin St Pierre kilisesinin kubbesine tırmanmak için geldiğiniz resepsiyonda, Aita'nın nefesine sahip değilseniz asansör kullanın yazar, zira Anita filmde bu merdivenleri koşarak çıkmıştır.
  
Üçüncü bölüm, öğleyin vakti Marcello, nişanlısı Emma ve foto muhabiri Paparazzo (Walter Santesso), üstü açık arabayla “Mucizeler Ovası” adı verilmiş yere gidiyorlar. Biri oğlan, diğeri kız iki çocuğun Meryem Ana aracılığıyla yaşatacağı mucizeler medyanın ve halkın ilgisine mazhar oluyor. Hatta RAI canlı yayın yapıyor. Elbette şifa arayan hastalar için de önemli. Katolik inanç ve hurafeye umut bağlamakla bir sirke dönüşüyor bu epizot (bir roman, öykü ya da destanda, ana olaydan ayrı olarak yer alan ve başlıbaşına konusal bir bütünlük gösteren ikinci derecede olay ya da olaylar.).
İtalya, kapitalist ve Katolik bir ülkeydi ve ikisini de iyi idare etmiştir; sanata, bilime ve icatlara çok büyük katkıları olmuş bir ülkedir. Bu bölüm estetik anlamda da gerçekten çarpıcıdır.
Marcello arada belki kurtuluşu dinden umuyor ama fark ediyor ki o da beyhude. Bu da insanların insanlara bir büyük oyunu. Anlıyor ki aslında kutsal bakirenin "mucize" çocukları kendi uydurdukları masallarla biçare ve cahil yığınları peşlerine takmışlar; herkesle dalgalarını geçerlerken arada küplerini dolduruyorlar.

Dördüncü bölüm, Steiner’in malikânesindeki partiye Marcello, Emma’yla geceleyin katılıyor. Entelektüel bir parti var. Şairler, yazarlar ve başkaları toplanmış bunalımlarını savuruyorlar bu partide. Seyirci, yaşlı yazarın Doğulu kadınlar üstüne övgülü sözleriyle karşılaşıyor önce. Yazara göre, Doğulu kadınlar doğadan kopmamışlar. Ona göre, Batılı kadınlar sevişmeyi bile bilmiyorlar. Marcello, bu yaşlı yazardan etkileniyor. Kederler içindeki Steiner, bu entelektüel mutsuzluğunun, endişesinin ortasında doğanın seslerine sığınmıştır. Kaydettiği sesleri oradakilere dinletiyor. İki çocuğu olan Steiner’in, Marcello’ya söylediği felsefi sözler anlamlı. Ama daha sonra daha da anlamlaşıyor bu kelimeler.
Marcello’nun şair arkadaşı Steiner, filmdeki tek dürüst ve farkında olan insan olarak karşımıza çıkıyor. Sanki Steiner, erimekte olan insan ruhunun nasıl kurtulacağını bilmekte ancak bu bilgi kadar bu kurtulmanın gerçekleşmeyeceği bilgisiyle birlikte ıstırap dolu bir arafta yaşamaktadır. Zaten insan ruhunun trajedisi, yolu bilip o yolu alamamaktır. Yolu bilmeyen insanın yaşayacak bir trajedisi de olmaz.
Steiner, yolu bilen biri olarak, sahip olduğu mükemmel karısı ve çocukları, sanat ve entelektüelite dolu yaşamına rağmen, mutlu değildir. İçinde bulunduğu ruh halini şu cümlelerle açığa vurur:
“Huzur beni korkutuyor. Hem de her şeyden çok. Bu sessizlik ardında cehennemi gizleyen bir maske gibi… O zaman çocuklarımın geleceğini düşünüyorum. Dünya harika bir yer olacak deniyor. Bir telefon konuşması her şeyi sona erdirmeye yetecekken, bu nasıl olabilir? İnsan tutkulardan, duygulardan uzak yaşayıp kendini bir sanat eserindeki uyuma vermeli. Zamanın dışında yaşayacak kadar, her şeyden uzaklaşacak kadar çok sevmeyi öğrenmeliyiz. Buna mecburuz.”
Filmin sonlarına doğru Steiner iki çocuğunu öldürerek intihar eder. Arafta yaşadığı bu hayata daha fazla dayanamamıştır. Marcello arkadaşının ölümünden çok etkilenir ve zaten elinde olmayan yaşamı tamamen kendisinden kopar. O güne kadar gece kulüplerinde, lüks şatolarda partiler ve kadın arayışlarıyla günlerini geçirmekte olan Marcello, Steiner’in ölümünden sonra sarhoş gezdiği yüksek sınıf grup partilerine katılmaya başlar. Yazmakta olduğu magazinsel köşeyi bırakır ve reklamcı olur. Steiner yolu bilen ama alamayan biri olarak karşımıza çıkarken; Marcello yolu bilmeyen ama yolun varlığını hisseden biri olarak karşımıza çıkarlar. Her ikisi de yolu alamamaktadırlar ve acı çekerler. Bu yol ise her insanın başka bir şey için değil de kendi aşkına arzuladığı tek şeye; mutluluğa çıkmaktadır. Bu çaresiz mutluluk arayışı birini intihara diğerini anlamsız grup partilerine sürüklemiştir. Yine de yolun varlığını hissedemeyenlere göre daha acılı ama üstün bir hayat sürerler.
Beşinci bölüm, gündüz vakti Roma’nın uzağında sahildeki tatil mekânında Marcello, daktilosuyla kitabı üstüne çalışmaya çabalarken, Perugialı küçük garson kız Paola’yla da iletişim kuruyor. Bu güzel küçük kız Paola (Valeria Ciangottini), evlenmiş olsaydı onun kızı olabilirdi. Sahildeki final bölümü daha da anlamlaşıyor. Bu sahilde yine Emma’dan kurtulamıyor Marcello. Çünkü Emma onu her şeyden kıskanıyor.
Geceleyin… Babası (Annibale Ninchi), aniden Roma’ya gelince Marcella hazırlıksız yakalanıyor. Bu gece, hayat dolu babasını tanımak için fırsat olabilir miydi Marcello için? Çocukken, hep iş gezisinde olan babası ona hep uzak olmuş. Annesi de, İtalya’da şampanya dağıtan babasının yolunu özlemle beklermiş. Marcello için annesinin tutkusu travma yaratmış zihninde. Belki de bu yüzden tutkulu âşık kadınlardan korkuyor Marcello. Ça-Ça-Ça’da, babası bilinmeyen taraflarını sunuyor Marcello’ya. Dansçı genç Fransız kadın Fanny’ye (Magali Noël) ilgi gösteriyor çapkın baba. Sonra gecenin bir yerinde Fanny’nin evine gidiyorlar. Heyecana dayanamıyor. Şafak sökünce birden buralardan uzaklaşıp eve dönmek istiyor baba.


Marcello’yu ziyarete gelen kendi halindeki yaşlı pederi bile onunla geçen bir gece sonunda zıvanadan çıkıyor. Geçirdiği küçük çapta krizin ardından neye döndüğünü farkedince dehşete kapılıp bu kadar kısa sürede onu bu hale getiren hayattan ve şehirden kaçarak uzaklaşıyor.

Altıncı bölüm, Marcello bir başka gecede kaleye benzer malikânede aristokratların, burjuvaların partisinde. Filmde partiler, hikâyenin tam ortasında bir yapıştırma hissi veriyor. Partide Maddalena da var. Marcello, onunla aşk yaşama umudunu yaşıyor bir anda. Fellini, burjuvaların ikiyüzlülüğünü de gösterme imkânı buluyor bu sekansta. Sabah olunca kilisenin önünde bitiyor bu tuhaf parti. Rahipler de yansıyor. Şüphesiz bu an ironi dolu bir andır filmde.
Gecenin içinde, birdenbire Marcello ve Emma, üstü açık spor arabada aşk için tartışıyorlar. Marcello, Emma’yı orada bırakıp gidiyor. Şafak doğarken geliyor. Eve gidiyorlar. Marcello, son defa onunla oluyor ve sonsuza kadar bu büyük âşığı terk ediyor.
Sabahleyin telefon çalıyor ve trajedinin haberini alıyor Marcello. Eski dostu Steiner, cinnet geçirip iki çocuğunu vurup salonda intihar etmiş. Bu güvensiz dünyadan çocuklarını ve kendini kurtarmış. Suç mahalli tam bir polisiye atmosferiyle yansıyor perdeye. Bir an polisiye bir filmin atmosferinde hissediyoruz.

Yedinci bölüm, zaman geçiyor… Gecenin içinde… Marcello bir reklamcı. Kravat takmıyor, boynunda fular var artık şimdi. Marcello, arkadaşı Riccardo’nun (Garrone Riccardo) evinde Nadia’nın (Nadia Gray) boşanması şerefine parti veriyor. Bu anlar, filmdeki tüm sirk gösterilerinin toplamı gibidir. Marcello, palyaço gibi oluyor bir ara.
Şafak söktüğünde partidekiler sahile iniyor. Marcello uzaktan küçük kız Paola’yı görüyor. Paola’ya mı gitmeliydi, yoksa tatlı hayatına mı dönmeliydi Marcello? Sirk gösterisinin sonuydu bu son sahne. Ağa takılmış hilkat garibesi ölü balık, simgesel olarak güçlü bir metafor oluşturmuştur.

Marcello yazmak için gittiği bir sahil kafesinde garson olarak çalışan genç bir kızla tanışır. Bu kız saf, tertemiz ve gelecek için heyecan doludur, kirlenmemiştir. Marcello onun yüzünü melek heykellerine benzetir. Filmin sonunda kumsalda, kız Marcello’yu tekrar görür. Uzaktan Marcello’ya daha önce tanıştıklarını anlatan hareketler yapar. Ancak aralarında küçük bir göl vardır ve dalga ile insan sesleri yüzünden Marcello kızı anlamaz. Kız biraz daha anlatmaya çalışır ama Marcello bir türlü kızı hatırlamaz ve sonunda pes edip arkasını döner. İki elini kaldırarak “Ne yapabilirim ki?” anlamına gelen bir işaret yapar. Bu anda Marcello’nun yüzünde çaresizlik tüm çıplaklığıyla görünür.
Bu sahne de aslında tüm film gibi sembollerle doludur. Masum kız mutluluğa giden yolu sembolize eder. Marcello’nun kızı bilmesi ancak hatırlayamaması ise Platonvari bir bakış açısıyla idealar dünyası ile fenomenler dünyasını temsil eder. Marcello onu mutluluğa götürecek yol olan saflıkla tanışmış ama filmin sonuna gelindiğinde o saflığı hatırlayamaz hale gelmiştir. Aynı zamanda onu hatırlar gibi olması, onda farklı bir şeyler olduğunu hissetmesi yüzündeki çaresiz ifadeye sebep olmuştur. Marcello, artık aramayı bırakmıştır, pes etmiştir. Gerçek mutluluğa unuttuğu yollardan ulaşamamak yerine, yalancı mutluluğa bildiği yollardan ulaşmayı seçmiştir.

Fellini filmini yedi bölümde anlatmış. Filmin yedi bölümden oluşmasından bazı yerlerde bunun yedi ölümcül günahla buluştuğunu belirtenler de vardır.
Yine bu şekilde yedi bölümün Roma’nın yedi tepesi olduğuna dair işaretler barındırdığı da belirtilmektedir.

Tatlı Hayat filmi ile ilgili genel olarak;

Yönetici sınıfın çöküşü ve bu çöküşün içerdiği korkunç şiddetin yoğun bir bileşimine dönüştüren Fellini, bu saldırgan tavrıyla 60'ların sosyal tansiyonunu da ölçer ve sonucu bir felaket olarak sunar. Film, o dönem hem solcu kesimde hem de başta bunu kendisine yönelik bir küfür olarak algılayan kilise çevrelerinde ve sağda bir bomba gibi patlamıştır.
 Günümüzden bir bakışla, televizyon ve medyanın inanılmaz yükselişinin ipuçlarını da şaşırtıcı bir ustalıkla vermiştir
Hemen hemen 30 yıl önce Renoir'ın Oyunun Kuralı filminde yaptığı gibi, Fellini bu filmle bu mütevazı eğlenceyi, yaşadığı zamanın ve mekanın atmosferinde, üyesi olduğu toplumun ahlaki ve töresel değerlerini parçalara ayırdığı bir otopsiye dönüştürmüştür. Bu filmin gücünün, Avrupa’nın entelektüel ve aristokratik çevrelerinin yaşadığı dekadansı (düşkünlük) yansıtmasındaki görkemde yattığı söylenebilir.
Fellini’nin üç saat süren ve dolu dolu bir haftayı resmeden filmindeki mekan seçimlerinden bahsetmek te lazım. Örneğin, şu merdivenlerden katedrale çıkma sahnesinde yakaladığı karelerden. Ya da hayalet peşine düşülen harabe binada, ya da org ile caz ezgilerinden klasik ezgilere geçilen kilisede, ya da fahişenin bodrum katındaki evinde. Ya da nişanlısının, "beni seviyor musun?" diye bitirdiği, "akşam yemekte sana ne yapayım?" diye başladığı ve yatakta tek başına oturmuş, "burada her şey var" dediği an, kameranın geniş açıyla, koridorun ucundan gösterdiği bomboş ev gibi büyülü sinematografik anlardan.
Bölümlerin birbirleriyle bağlantısı yokmuş gibi de sanabiliyoruz. Bir sirki izliyorsunuz sanki. Fellini, bütün fotoğrafı doğrayarak seyircinin klasik film izleme alışkanlığını yıkıyor, onu sürekli yabancılaşmanın içinde bırakıyor. Ama film bittikten sonra parçalar bir araya geliyor ve anlam çıkartma ihtimalimiz olabiliyor. Çünkü çoğunlukla Fellini, filmlerinin son bölümlerinde tam anlamıyla sirkin geldiği son oyununu yansıtıyor.
Filmin çoğu bölümü gecelerden oluşuyor. Fellini’nin bu zaman dilimini tercih etmesinin nedeni, sabahın gündelik yaşamı, geceninse ruhsal yaşamı sembolize etmesi olabilir. Film, bir insanın iç yaşamını merkeze alır, bu açıdan gece çekilmesi faydalıdır. La Dolce Vita, bir yönü ile insanın çaresizce mutluluk arayışını ancak ona ulaşamadığı her an daha da içine gömülmesini anlatıyor.
Açılış ve kapanış sahnelerinde, ahlaki çöküşün İtalya'ya getirdiği sonuçların altını çizen Dante'ye zekice dokundurmalar vardır, ki o sıralarda İtalya'da faşizmin yeniden doğuşu siyasi dengede bir farklılık oluşturuyordu. "Tatlı Hayat"taki ahlaki ortam Fellini'nin her filminde yansıtılır, fakat görkemli ölçeği, merhametli veya sevimli bir kahraman kullanmaması ve karikatürlerinin isabetliliği açısından en etkileyici çalışması olduğunu söylemek mümkündür. Zamanının Hollywood filmlerinin fersah fersah ötesinde olduğu gibi hala daha güncelliğini koruyan zamansız bir başyapıt kabul etmek mümkündür.